"İrhal! İrhal!"





Bu sözlerle çınlıyor Tahrir Meydanı bugün. Rahal kökünden gelen bu emir kipinde çekilmiş fiilin sözcük anlamı ise Türkçe’ye “ayrıl, bırak git" hatta zorlarsak "açıl, gidişin ossun da dönüşün olmasın inşallaaah” olarak çevrilebilir. Kıssadan hisseye mesele bitmedi, devam ediyor. Muhalif Mısırlılar, bir sene önce başa geçen Müslüman Kardeşler çizgisinden gelen Muhammed Mursi’nin devlet baskanı seçilmesinin yıldönümünde aleyhide gösteri yapıyolar. Nedir talepleri? Özgürlük, demokrasi, barış, eşitlik... Nasıl?  Ne o dostum, tanıdık mı geldi?

“Gezi yazısına Tahrir örneğiyle başlanır mı yahu?” diyebilirsiniz. Belki de haklısınızdır. Biçim ve içerik olarak birbirleriyle kıyaslanabileceklerine kesinlikle inanmıyorum. Gezi’nin İslami-seküler ekseninde algılanması (her ne kadar değerli, sayın, saygıdeğer, muhterem ve biz biliriz Basbakanımız ısrarla konuyu bu yöne çekse de) artık Türkiye’de iki hafta geçirmiş yabancı basın mensubunun bile (der Spiegel hariç) düşmediği bir yanılgı. Aynı şekilde Brezilya, İsveç, Kanada’daki occupy hareketlerine daha yakın başka dünyalar mümkün ideolojisi ile yola çıkan altermondialist hareketlerle de bir tutulabileceğine inanmıyorum. Tarihselliğe, coğrafyaya, ortak belleğe, dile, yaşanmışlıklara, benzer acılara inanıyorum ve öznelerin bütün bunlar içinde  yoğurulmuş bedensel deneyimlerinin elde avuçta bulunan birkaç batılı kavramsal araç ile kelimelere dökülebileceği ihtimaline ise eleştirel ve kuşkucu olarak yaklaşmanın ötesine geçtim. Hepten saldım arkadaş. Bu bağlamda çelişkiye düşmeden, yazarın kendi söylediklerini de tamamen ters köşeye yatırmadan Tahrir ile Gezi arasında tutarlı bir karşılaştırma olanağı sağlayan iki nokta var: Birincisi omurgasızlık, ikinci ise süreklilik. Omurgasızlık burda küfür olmadığı gibi harekete gücünü veren en önemli öğedir. Politik ya da ideolojik herhangi bir geçmişi olmayan (bkz. “Slogan bulamadım”, “Kahrolsun bağzı şeyler”, “Mustafa Keser’in askerleriyiz”), tam olarak ne gibi talepleri olduğunu bilmeyen – ya da bilmeleri halinde bu talepleri çok büyük ihtimalle iki metre ötedeki öznenin talepleriyle kökten ve tanımsal bir muhalefet içerisinde olan – insanların buna rağmen hala görece değil de tam bir birlik içerisinde omuz omuza tarihsel ötekilikleri kısa bir süre de olsa silip yepyeni ‘ötekiler’ oluşturabilme ve ona karşı çarpışabilme yetisidir. Omurgasızlıktan kastım bu. Katı ideolojik, yazılı, reçeteli örgütlemeden arınmış bedenlerin çoklu toplumsal bir bedene dönüşerek sadece varlığı ile iktidara ele de dile de gelmeyen bir tehdit oluşturabilmesi. Süreklilik meselesine gelince aslında bu omurgasız amipvari nesnenin üzerinden geçtiği kesimleri ve toplumsal sorunları bünyesine eklemlendirerek devamlı bir dönüşüm geçiriyor olması. Bir sekilde ona bulaşanların metamorfozundan bahsetmeyeceğim bile. Tabi bir yandan da içerisinde tutunamayanları, yer bulamayanları, dönüştürmekte başarısız olduklarını bünyesinden attığı da aşikar. Buna en güzel örneği iki gün önce Licê’de yaşanan devlet terörüne verilen tepkilerde gördük. Bir yandan “Licê’den Gezi’ye diren” pankartları açılıyor ve direnişçiler (bzw. çapulcular) Kürt meselesi Gezi hareketinin başından beri tam da ortadasında yer alıyormuşçası bir doğallıkla bu şiddet karşısında da aynı özveri ile on binler olarak sokaklara dökülmeye devam ediyor. Diğer yandan ise Licê’ye delice tepkiler veren bir kısım Kemalist bu güruhta herhangi bir tanınma ibaresi görmediğini deneyimleyerek ya kendini kalıbına uydurup söylem erozyonuna uğruyor ya da evinde Licê hakkında ana akım medyayı aratmayan Ulusal TV’yi seyretmeye devam ediyor. Bu ikinci seçimi mütehakip son günlerde daha da bir tescillenen milli sporumuz komplo teorisi üretme ve yaymayı hakkını vererek icra ediyor.

Diyeceğim şudur: Gezi de, Tahrir de, Licê de bizim. Hepsi ayrı, hepsi aynı. Neden? Nasıl? Ne zamana kadar? Bilmiyoruz. Ama sokaklara sınıf ya da herhangi bir ümreye aidiyetlik, çıkar, sistemli talepler silsilesi bilinci ile değil de bu “yamuk düzende, doğru hayatın olmadığı”, olamadığı, yaşanamadığı gerçekliği ile çıkmayı mecbur kılan bedensel ihtiyacımız devam ettiği sürece bir umut var gibi geliyor bana. Ve bu ihtiyaç da her ne kadar tarih, kültür ve dil ile yoğurulsa da tasadüfi bir zamansallığı fazlasıyla aşan küresel, çağdaş bir akım olarak doğuyor. Direnişine Fatiha ile başlayan, Poma'da boy gösteren, elinde terliğiyle sokaklara dökülen Mısırlı kardeşlerim yüreğimi ısıtıyorsunuz. Yeni şehirler, yeni duvarlar, yeni şarkılar, yeni sloganlar bizi bekliyor, hem onları hem kendimizi yeniden kurmak, iktidarı espiriyle boğmak, dayanışmaya gark olmak için diren Tahrir! Kül meken Tahrir, kül meken sehet!!!

hasıl-ı kelam


[konuyla alakalı ilk iki yazı: hasbihal, hasbihal'e devam]

bir ay oldu.

meraklandık, üzüldük, öfkelendik...

dönüp dolaşıp sohbetlerimizin konusu olan memleket meseleleri dönüp dolaşmayı bıraktı, aklımızın ve gönlümüzün orta yerine oturdu.  

mesele 3-5 ağaç değildi, olmadı, olmasına izin de vermediniz zaten! evinde oturup dizi seyreden insanlara polis bu şekilde müdahale edip, kanalı değiştirmeye çalışsaydı bunlar yine olacaktı belki. o zaman da mesele dizi meselesi olmayacaktı! hoş, milletin izlediği dizilere de karıştınız; varolun!

yoruldum. 

bazı insanların bu süre zarfında olaylara yaklaşımı, söylemleri, davranışları, tavırları çok yordu beni. mağdur edebiyatı üzerinden zulmü aklamayı israil'den bilirdim, oralara kadar gitmemize gerek kalmadığını gördüm.

suriye'nin iç işlerine dibine kadar girilmesine ses çıkarmayanların türkiye söz konusu olunca "dış mihraklar" diye mızıkçılık yaptığını gördüm. 

yıllarca güneydoğu'dan sadece molotof kokteyli ve kırılmış dükkan camları gösterilerek uyutulanların yine devlet malı bahanesiyle uyutulmaya gönüllü yazıldığını gördüm. 

"bir müslümandan vicdanını alın, geriye neyi kalır?" diye sorduğumda "imanı kalır" diyeni gördüm. 

en başından beri tavrım çok net. tgb'nin düzenlediği eylemlere gitmedim. ortak eylemlerde ise yeri geldiğinde etraftaki yadırgayan tavırlara rağmen "kimsenin askeri olmayacağız!" diye bağırdım. "acaba ne zaman, nerede rahatsız edici bir slogan/pankart denk gelecek?" tedirginliiyle yürüdüm. başa gelseler kendilerine yaşam alanı bırakmayacaklarını bildikleri ulusalcılarla yan yana yürümek zorunda kalan kürtleri gördüm. bütün bunlara rağmen oturduğu yerden, hem de devlet çatır çatır pkk ile görüşürken "pkk, ulusalcılar, liboşlar yanyana yürüyor!" diye burun kıvıranı gördüm.

rachel corrie'yi [mekanı cennet olsun] baş tacı edip, şu gösterici amerikan, bu gösterici ingiliz deyip hem onları hem de diğer direnişçileri karalamaya çalışanları gördüm.

siz ne zaman, ne için, ne yaparsınız bilmem. bilmeme de gerek yok, herkesin yaptığının hesabını vereceğine inanıyorum. ben "darbelere dur de!" diyerek de yürüdüm, "savaşı sustur, barışı yükselt!" diyerek de yürüdüm, berlin'de filistinliler için de, mısırlılar için de, iranlılar için de yürüdüm. gezi parkı için yürüyen alman'ı da gördüm. oturduğu yerden komplo teorisi ile zulme çanak tutanı da gördüm.

siz iktidarın samimiyetine, dürüstlüğüne inanıyor olabilirsiniz. son bir ayda bu kadar yoğun yalan söyleyen, kullandığı kışkırtıcı nefret diliyle halkı bölmekten başka birşey yapmayan, her türlü manipülasyonu yapmaktan ve basın gücüyle bunu yaymaktan çekinmeyen, "yaradılanı severiz yaradandan ötürü" deyip bir sonraki cümlesinde eylemcileri insandan saymayan, reyhanlı da ölenleri mezhebine göre sınıflandıran, aleviyi, ermeniyi küfür niyetine kullanmaktan çekinmeyen iktidar diline ben inanmıyorum. 

bunun yerine, dicle kıyısında koyunu yiyen kurdun hesabını ömer'den soracak olan adl-i ilahi'nin bu yaşananaların hesabını da soracağına inanıyorum. 

en baştan baştan beri gezi parkı'na yapılmak istenene itiraz edenlerin yanındaydı kalbim. sonrasında onlara bu şekilde müdahale edenlerin, tepeden bakanların, onları yok sayıp hakir görenlerin, ufacık bir direnişi bile ezip geçmeye çalışanların, ötekileştirici dille halkı bölen kibrin, basını arkasına alıp yapılan manipülasyonun karşısında oldum. birileri ulusalcılar dedikçe, marjinalize etmeye çalıştıkça orada durmam daha zorunlu, daha gerekçeli oldu benim için. zaten oradaydım ama insanları etiketleyip ortadaki sorunu görmezden gelmek isteyenlere karşı da orada olmaya başladım. ulusalcılarla orada değildim, sadece oradaydım. hatta bazen onlara rağmen oradaydım. bazı ulusalcıların bile "empati" yapmayı denediğini, kısmen başardığını gördüm. sen ne yaptın bu arada sahi?

derdim iktidarla değil. güç ve iktidar sahiplerinin çıkarları veya hesapları olabilir, makam gözerini kör etmiş, etrafındaki "yalaka halesi" gerçeklikle bağlarını koparmış olabilir. 

benim derdim seninle. 

türkiye'nin gerçekleri ortada. din, ülkenin çoğunluğu için belirleyici faktör ve öyle de kalacak. sandık kuruldukça dini öncelikleyen muhafazakar bir parti iktidarda olacak. akparti tecrübesi merkez sağı sildi süpürdü, "akparti'nin alternatifi yok" diyorsunuz ya, yakın gelecekte de olmayacak. belki akparti'den ortaya çıkacak olan iki parti koalisyon yapacak yine. kemalistlerin korku ile kemikleştirdiği oy tabanı mevcut, erdoğan da bunu yapmaya çalışıyor. türkiye'nin bu kadar fazla korku ile yönetilme lüksü yok! 90 yıllık cumhuriyetin 10 yılında iktidar olan bir partinin hala bu kadar fazla mağdur edebiyatı yapması sırıtıyor. melih gökçek'ten beter bir şekilde hem de. biraz özgüvenli olun, ayağınız yere sağlam bassın. özgüvenle kibri, hırsı karıştırıyorsunuz. koskoca başkent belediye başkanı canlı yayında hırsından ağladığını söylüyor, yazıktır! bu adam 19 yıldır başketin belediye başkanı!

türkiye farklı birçok yaşam tarzını, hayat algısını içinde barındıran bir ülke. saldırganlıktan, alınganlıktan kurtulup bu çeşitlilikle yaşayabilmeyi ve onu idare edebilmeyi ancak kendinize ve değerlerinize güven duyarak başarabilirsiniz. yoksa ülke debelenmeye devam edecek. bunun için konu zebil elhamdülillah! içki olur, el ele tutuşan gençler olur, 3. köprünün adı olur, ağaç olur, cemevi olur, kürtaj olur, dine hakaret olur...

"türkiye son yılda demokratikleşti" diyorsunuz, "on yıl önce bunlar da yoktu!" diyorsunuz. bu demokratikleşme kendini dayattı. kimse evlerinde oturan kürtlere durup dururken hakkını vermedi, bunu gözden kaçırıyorsunuz. kendini dayatan taleplere göz yumanlar gitti, bu taleplere ayak uyduranlar geldi. bu talepler içerisinde tabii ki muhafazakar kesimin haklı talepleri de mevcut. türkiye'nin dönüşmesinde muhafazakar kesimin milli görüşten ak parti'ye evrilmesi önemli rol oynadı. bu değişimi tetikleyen belirleyici faktörleri ise gülen cemaati'nin ve özal ile beraber anadolu'da ortaya çıkamaya başlayan muhafazakar sermayenin olarak görüyorum. milli görüş bu iki grubun taleplerini, ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamıyodu. bu iki grup büyüdü, türkiye'deki muhafazakar kesimin insan ve sermaye birikiminin omurgasını teşkil etmeye, o gruba şekil vermeye başladı.

muhafazakar kesimin yine bir değişim geçirmesi gerekiyor. muhafazakarlar başkasına kendi doğrusunu, kendi yaşam tarzını dayatmayan, başkasının özgürlüğünün bittiği yeri "çocuklarımıza kötü örnek oluyor!" çizgisine çekmeyen, kendine ve değerlerine güven duyan, kafası rahat bir noktaya gelmedikçe tartışmalar sürecek, zaman kaybedeceğiz. bu ülke kürt meselesine, başörtüsüne yıllarını ve çok büyük enerjisini harcadı. bu eşikte ne kadar takılacağımız size bağlı.

"alternatifi yok!" bahanesiyle ak parti'yi eleştirmeyip zamanında "alternatifsiz" olan tek parti dönemine saydırmayı marifet bilen sizler alternatifin yine siz olduğunuzu anladığınızda daha iyiye ilk adımı atmış olacağız. bu ilkenin omurgasını sen oluşturuyorsun, sen ne akdar demokrat olabilirsen, ülkece o kadar demokrat olacağız. en baştaki iki tespitten biri "türkiye'de kalkınma ve zenginleşme çevreden, güvenlik de özgürlükten önce gelir." idi. buna tutunarak eylemcileri küçümsemeye, değersizleştirmeye, marjinalleştirmeye çalışıyorsunuz. bu "sağcı" reflekslerinizle sadece vicdanınızı susturursunuz. akparti'ye oy verme demiyorum, verdiğin oy gözünü, dilini, vicdanını bağlamasın diyorum. yılalrca bunun sıkıntısını hep beraber çektik, bu kısır "partizanlığı" aşalım istiyorum.

demokrasi ve özgürlük talebi tükenen, bir noktada son bulan birşey değildir. devam eder, şekil değiştirir, haklılığı oranında sürekli olur, kendini dayatır. başörtüsünün önce üniversitelerde, ardından kamuda serbest olmasını istemek gibi... o yüzden 20 yıl öncesinin türkiye'sine referans vermekten vazgeçin.

hadi elinizi biraz çabuk tutun, daha eşcinsel haklarını konuşacağız!

bitti

hasbihale devam


hakkı kişi ile bilemezsin. önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın
hazreti ali


halkın çoğunda bu durum hakimdir. 
bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden naklederek söylersen, 
o söz batıl da olsa hemen kabul ederler. 
değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakletsen reddederler. 
hakkı daima kişiyle ölçerler, kişiyi hakla ölçmezler. 
bu durum, büyük bir dalalettir.
imam gazali

hal-i pürmelalimi anlatıyordum... araya koşturmaca girdi. 

o kadar birikti ki, birşey sözlesem başka birşey eksik kalacak diye korkuyorum.

anlatmam lazım.

çünkü korkuyorum.

bu son şansımızmış gibi geliyor. köprüden önceki son çıkış... bunu da kaçırırsak bir daha nerede karşılaşacağımızı kestiremeyecekmişiz gibi.

anlatmam lazım, çünkü boğuluyorum.

baştan anlaşalım, gerçekten dinlemek, anlamak istiyorsan devem edeyim. anlaşıp anlaşmamamız değil mühim olan, senin niyetin.

önyargılarını, korkularını, çıkarlarını bir kenara bırakıp anlamayı istiyorsan anlatayım.

hakkı kişi ile bilme kolaycılığına kaçmadan hakkı bilmeyi istiyorsan, buna çabalamaya hazırsan anlatayım.

bakarsın anlaşırız bile.

"ama..." diye araya gireceksen eğer, ama'na koyayım sana birşey olmasın! 

bazı coğrafyalarda apolitik olabilmek, mutlu azınlığa nasip olan bir ayrıcalıktır. bahse değer bir bahs-i diğerdir, başka zaman bunu da konuşuruz.

ilk okuldaydım, 1994 yılı yerel seçimlerinde refah partisi patlama yapmıştı. sınıfta erbakan başa gelirse konya'yı başkent yapacakmış, erbakan'ın selamı "1 erkeğe 4 kadın" demekmiş sözleri dolanıyordu.

sonrasında da yıllarca kemalizmin kof argümanlarıyla uğraştım. neyi, nasıl itibarsızlaştırdıklarını, söze, vicdana  nasıl alan bırakmadıklarını, işi yokuşa nasıl sürdüklerini, çözümsüzlüğü dayattıklarını bizzat gördüm, yaşadım. şerbetli sayılırım bu konuda. bana ne kadar inanırsın bilmem ama yerini hükumetin yanı olarak seçenlerin meseleye yaklaşımı ve zihniyeti kemalistlere çok benziyor. 

eğer inanmazsan şu temsili mukayeseye bak, dinle! [ilk yazıda başlamıştık, devam edelim]

göstericiler arasındaki çevreyi dert edinen samimi eylemcilere birşey demiyorum ama...

"inancı gereği kapananlara birşey demiyorum ama bunu kullanıyorlar. para karşılığı kapanan kızlar da var. hem türban siyasi sembol..." cümleleri ile arada bir benzerlik kurmak çok zor olmasa gerek. "hizmet alan/hizmet veren ayrımı üzerinden üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılmalı" diyen birçok kişinin aksine tesettürlülerin devlet memuru olabilmesi gerektiğini savunuyorum yıllardır. ayrıca benim okuduğum kitaplarda "bir gemide 9 suçlu 1 masum olsa bile o gemi batırılamaz" diye anlatılıyordu, bunu hakikat bildim. orada okumuş etmiş, şiddetle ilgisi olmayan "çocuk" da gördüğün için hepsine birden "giydirmek" içine sinmiyor belki ve o yüzden böyle manevralara kalkışıyorsun ama kurduğun mantık yanlış, çok yanlış hem de.

meseleyi sadece ağaca indirgemek, tepkileri basitleştirmeye, sağa sola biraz ağaç dikip çiçek ekip muhalif sesleri susturmaya yarayacağından dolayı muktedirin işine gelebilir ama anlamak derdi olanlara birşey sağlamaz. bu kadar çok insanın bu şekilde bir irade ortaya koymasının sebebi çevre olamaz. ilk yazıda da belirttiğim gibi türkiye, vatandaşları çevreye karşı duyarlı olan bir ülke değil. iktidara "ben yaptım oldu" deme, "sandıktan onayı aldım, size mi soracağım!" tavrını bırak, insanların kaç çocuk yapacağına, ne içip ne içmeyeceğine, nasıl yaşayacağına böyle fütursuzca ve pervasızca karışma, insanların hayatlarını senin ahlakına, dünya algına, doğrularına göre şekillendirmeye çalışma diyerek meydanlara çıkmış bir sürü insan var. ayrıca seçilmiş hükümetlerin uyguladığı başörtüsü yasağı da, imam hatip liselerine getirilen katsayı uygulaması da gayet kolay gerekçelendirilebilir bu mantıkla.

ayrıca varsa provatörlere, marjinal gruplara, şer odaklarına gün doğmasını sağlayan biri varsa o da bütün bu olayların olmasına, devam etmesine, artmasına sebep olanla aynı kişidir.

bu uluslararası bir oyun, türkiye'yi karıştırmak istiyorlar, göstericiler kullanılıyor, oyuna gelme, faiz lobisi, otpor, soros...

yıllarca birlik beraberlikten, dış mihraktan, dini ve milli değerlerden, "türkiye'nin kendine özgü şartları"ndan dem vurularak uyutuldum, kandırıldım, aldatıldım. şahsen bu kelimeler benim için "aha şimdi biri söz söyleyemeyeceği bir konuda kitleleri manipüle edecek" belirteci. o yüzden "camiye ayakkabıyla girdiler! camide içki içtiler! başörtülü bacılarıma saldırdılar!" cümleleri benim için sadece konuşanın çaresizliğinin göstergesidir. ama hadi sorumlular bu söyleme sarılıyor ama sen birey olarak neyin sonucunda insanların camiye sığınmak, orada tıbbi müdahalede bulunmak zorunda bırakılmasını sorgulamak, buna isyan etmek yerine milletin ayakkabısını çıkarıp çıkarmadığına takılabiliyorsun? sen bunu yaparken vicdanın tam olarak ne yapıyor? gözünü bu kadar karartan ne? bundan gayrı söylenmesi icap eden çok birşey olmasa da madem ki "her özet faşizmdir" ve benim derdim erdoğan veya hükümet değil, insanların tavırları, yaklaşımları, söylemleri ve de vicdansızlıkları; açayım, açıklayayım.

kürt meselesinin kürt meselesi olarak anılmadığı yıllardı. kürt'ün adı yoktu o zamanlar. sorunun adı güneydoğu, kendisi kalkınmamışlık sorunuydu. devletimiz gap'ı bitirecek, bölge kalkınacak ve herşey güllük gülistanlık olacaktı. dağdakiler olsa olsa "kandırılıp dağa çıkarılmış çocuklar"dı ve tabii ki dış mihraklar tarafından kullanılıyorlardı. herkesin türkiye üzerinde planları vardı. ülke bölünecekti, birlik beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyacımızın olduğu günlerdeydik anlayacağınız.

abdullah gül'ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek için türlü saçmalıklar sürüldü piyasaya, türlü numaralar denendi. sonunda abdullah gül cumhurbaşkanı oldu, karısının aihm'deki davasına laf edildi. mağdur edilen insanın mağduriyeti giderilmeden, başvurusunu çekmesi istendi. büyük bir terbiyesizlikti yapılan. sonrasında gönderilen tek kişilik davetiyeler de, selam durmamak için yapılanlarda hafızalarda hala. en azından ben unutmadım, unutamadım. fakat aynı insanlar uluslararası mecraları bu kadar kolay ve fütursuzca tu kaka ilan edebiliyor, new york times'a ilan verenleri mentaliteyi ve bunun arkasındaki niyeti bir dakika bile düşünmeden, hatırlamadan yargılayabiliyor. ve sen, birey olarak bu goygoya geliyorsun. yazık oluyor, ayıp oluyor!

hem sen devlet olarak, vatandaşlar olarak dış ülkelerin karıştırmasına uygun şartlar sunarsan dış ülkeler bunu kullanabilir, kullanır. bunun suçunu da mağdur ettiğin insanlara yüklemeye çalışmak insafsızlıktır, vicdansızlıktır. ülke olarak 60 yıldır umursamadığınız almancıları kullanarak almanya'ya müdahil olmaya çalışıyorsunuz, hakkınız. fakat yıllardır umursamadığınız insanlara ulaşabilmek için gerekli birikiminiz, devlet aklınız ve organizasyon kabiliyetiniz yok! ayrıca almanya sizin gibi "ters ayakta" yakalanacak açığı çok vermiyor. 2 milyon vatandaşının olduğu ülkeyi "karıştıramıyorken", "dış mihraklar" seni bu kadar kolay karıştırıyorsa durup bir kendini sorgulaman, nerede yanlış yaptığını uzun uzun düşünmen lazım.

ab'ye girmek için uğraşan bir başbakan şimdi tutmuş dış güçlerden bahsediyor mesela. egemenlik haklarının bir kısmını devretmeye teşne olduğun adamların söz söylemesi rahatsız ediyor seni! anayasasının 90. maddesinde uluslararası hukuku kendi hukukundan üstün tutan bir ülkeden bahsettiğimizi hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum. referandumda aihm'e bireysel başvurunun yolunu açmış bir başbakan yapıyor bunu. istanbul'u finans merkezi yapmaktan bahseden biri, faiz lobisinin oyunlarından yakınıyor. nasıl olacak bütün bunlar inanın hafsalam almıyor? istanbul'u finans merkezi haline getirdiğinde faiz lobisinin kucağına oturmuş olmayacak mıyız ülkecene?

tüm bunlar bir yana birey olarak benim olaylar arkasındaki güçleri, odakları görmem; komplo teorilerine inanma yolunu seçme dışında mümkün değil. bunu bilmesi gereken tek kişi o kadar istihbaratı olan, devletin bütün imkanları önünde bulunan kişidir. ve eğer böyle bir gerçeklik varsa ve hatta polisin ilk geceki sert müdahalesi dahi komplonun bir parçasıysa bu durumda yapılması gereken hemen ertesi gün halkı sakinleştirip gerilimi düşürmek değil miydi? bunu 3 cümle söyleyerek yapabilecek kişi ne yaptı peki? ben vatandaş olarak bu noktda bütün bu teorilere neden inanayım? hadi inandım, benim etkim ne olacak? kimi durdurabileceğim, neyin önüne geçebileceğim? erdoğan yapması gerekeni yapmamakta neden ısrar ediyor, bunu ne kadar sürdürecek?

dindar insanların bütün talepleri "türkiye iran olacak" korkusuyla itibarsızlaştırılıp, "türkiye iran olmayacak" sloganlarıyla püskürtülüyordu. "mollalar iran'a" da vardı, yeri geldiğinde ülkenin cumhurbaşkanı suudi arabistan'a gitmeyi de salık veriyordu! hepsinin "ya sev ya terk et!"in türevi olduğunu görmek için derin düşünmeye gerek yok.

ülkenin kapısını penceresini içeriden kapatıp üzerimizde tepinmenizden başka hiçbir işe yaramayan bu yaklaşımlardan ben illallah edeli çok oldu.

biz de mağdur olduk ama devlet malına zarar vermedik, bunların yaptığı gibi yapmadık!

şimdi devletin masaya oturduğu, müzakere sürecinde olduğu pkk ve kürt hareketine karşı yıllarca söylenen birşey vardı: "kardeşim biz karadeniz'de de yokluk, fakirlik çekiyoruz ama dağa mı çıkıyoruz!" her olay, her süreç kendi dinamiklerini içinde taşıyor. o zaman kim başörtüsü eylmlerine katıldı, kim katılmadı, katılanlar ne tür eylemler gerçekleştirdi... bunların hepsi konuşulabilir. belki sizin "zaten çoğunluktayız. önümüze sandık gelince bunu çözeceğiz!" düşünceniz ağır basmıştır, belki "ulul emre itaat farzdır" benzeri devleti ve uygulamalarını meşrulaştırıcı yorumlar etkili olmuştur. belki bu insanlar ise şu anda seçimde oyu alanın bu güçle kendilerini ezdiğini, ezeceğini düşünüyor, bundan kurtulmak için bir yol göremiyor? bunların hepsi bir tarafa olayların hepsinin oturan insanlara gerçekleştirilen mühale ile başladığını ve oturan insanna bunları yapan polisin ayaklanan insanlara yaptığı sert müdahale ile devam ettiğini, başbakanın kullandığı dışlayıcı, aşağılayıcı ve yok sayıcı dille tırmandığını tekrar tekrar hatırlatmak lazım sanırım. polisin olaylar sırasındaki müdahalelerini, insanlara neler yaptığını hiç mi seyretmediniz? ellerinde sopalar, yanlarında polislerle insanlara, dükkanlara saldıranları hiç mi izlemediniz? bu neyin kini? bu yapılanlara göz yumarak, gerdan kırarak suç ortağı olduğunuzu fark etmiyor musunuz? en azından kasklarındaki numaraları kapatılan polisleri de mi görmedin? kasklarla beraber gözünü de mi kapattılar?

ayrıca bunu diyenler ile "devlet malı" vurgusu yapanların da aynı kişiler olduğunu düşünüyorum. polisin verdiği zararın, sıktığı biber gazının, attığı gaz bombasının devlet tarafından karşılandığının farkında değil bu insanlar sanırım. o kadar ölen [ki bütün yaşananları göz önünde bulundurduğumda ölü sayısının daha da artmamış olduğu için şükür demek durumunda kaldığımı da belirtmem gerekir] yaralanan insanı yok sayıp meseleyi otobüse cama çerçeveye indirmendeki ahlakilik meselesi işin bambaşka ve çok daha önemli olan boyutu bu arada, hatırlatırım!

galiba yine yeniden söylemek gerekiyor. sorumlu isim bellidir. "hırsızın hiç mi suçu yok?" deyip duruyorsunuz. devlet kural koyucudur, koyduğu kurallara uymakla yükümlüdür. devletin kurala uymadığı bir süreçte yine aynı devletin kendi koyduğu kanunlarla vergisi ile ayakta kaldığı bireyleri cezalandırmaya çalışmasını ben savunamıyorum. çözüm sağlanacaksa devletin hatasını kabul edip yanlışlarını düzelmeye başlamasıyla sağlanacaktır. kürtlerin yıllarca süren mücadelesini yok sayıp "kürtçe kanal bile kuruldu, daha ne istiyorsunuz?" diye soran, başörtüsü zulmü sonrasında çıkıp utanmadan "cumhurbaşkanının karısı bile başörtülü artık, daha ne istiyorsunuz?" diye çıkışan vicdansızlık ile olayların ne şekilde, nereden nereye geldiğini atlayarak sanki lütfetmiş gibi "e referandum diyor işte başbakan, daha ne istiyorsunuz?" diyen vicdansızlık aynıdır.

devlete, başbakana söz söylemeye yanaşmıyorsun. devlet ve asker sevicelerden çektik yıllarca, devleti sevenler değişti, askerin yerine polis geldi, mantık aynı şekilde devam ediyor.

devam edecek

Berlin'in Divaneleri (1): Fuat Amca

Fuat Amca’nın hastalığını kimse ciddiye almamış. Kuruntulu diyen olmuş, sinameki diyen olmuş, hastalık hastası diyen olmuş, hatta ilgi çekmek için yaptığını söyleyip iyice tepesinin tasını attıranlar da olmuş. Neler neler yapmamış ki bir derman bulurum umuduyla. Bir gün mesela evdeki Sig-Sauer’le karşılıklı bakışırlarken aklına gelmiş, kalkmış hiç üşenmeden günübirlik Doğu Berlin’e geçmiş, en kıyak doktorlar orada bulunur hesabıyla Cumhuriyet Sarayı’nı gezerken numaradan fenalaşıvermiş. İlk müdahaleyi yapan Doğu Alman doktorun “Bir şeyiniz yok,” demesi üzerine kırık dökük Almanca’sıyla “Hastayım ben Doktor, sen halk adamısın, burası halk cumhuriyeti, ne varsa sende var,” diye yalvarmış. Herr Doktor şaşkın şaşkın bizim Fuat Amca’ya bakarak, “İltica etmek istiyorsanız sizi ilgili kişiye yönlendireyim,” falan diyecek olmuş. Bunun üzerine korkuya kapılan Fuat Amca daha fazla üstelememiş ama doktorun gözünün içine bakarak Türkçe olarak, “Halk cumhuriyetinizi sikeyim, siz de yalanmışınız amına kodumun kızılları,” diye küfrettikten sonra taburcu olup, amansız hastalığıyla birlikte Batı Berlin’e geri dönmüş. 

Fuat Amca şimdi 90 yaşında ve turp gibi. Rudow'daki tek göz odada yaşıyor hâlen ve "Zigzawer'i Tiyergarten'e gömeli beri ağrılarım azaldı yiğenim," diyor. Ama hastalıktan şikâyetçi yine de. Hele de nemli havalarda, Almanya'da ne kadar doktor varsa saydırıyor, ne ecdadlarını bırakıyor, ne evlatlarını...

Aforizmalar 5


-          Allah kimseyi gidip Gauloises sigarasi istemek zorunda birakmasin. Telafuzunu bilmiyorsan en az 1 saat  derdini anlatmaya calisiyorsun.

-        „Ne la öyle iki kelime Almanca bir kelime Türkce konusuyorsun?“ dedi.
„Code Switching abi“ dedim.
„Switchtirtme simdi Code´unu, adam gibi konus benle!“ dedi.

-       Söyle diyor Sartre Bulanti kitabinda: „Berlin sokaklarinda komunüstlerle Naziler carpisiyor… Neukölln´ deki bir pencereden sikilan her kursun; götürülen yaralilarin her kanli hickirigi; süslenen kadinlarin her ufacik, sasmaz el hareketi, adimlarimin her birine, kalbimin her atisina yanit veriyor.

-        Bu ülkede Ausschwitz´i ziyaret etmeyen hic bir cocuga ilkokul diplomasi bile vermeyeceksin.

-       Türk milletinin birbirinin mezhebine ve siyasi görüsüne bakmaksizin dayanisma halinde oldugu tek yer havaalaninin check-in  bölümüdür. 30 kilo, sen nelere kadirsin?

-       Ahmet Kaya calsaydi keske, biz seninle son Cuba Libremizi icerken…Schwabstraße´de bir barda…“Dert etme iyiyim ben arasira mahser arasira gece yarisi.“

-       Berlin Stasi Museum´da gördüm DDR zamaninda kömürlükte Ingilizce sarki söyleyip gitar caldiklari icin vatan hainliginden 3 yil hapis yatan insanlari. Görlitzliymis adi Bahtiyar, sucu saz calmakmis ögrendigim kadar.

-        Gezi Parki´ndan sonra ögrendik Türkiye´de ne kadar demokrat oldugunu. Canim ya.
         
-       Söyle bir muhabbet olsa Almanya´nin yerlileriyle. Gitsek kutuplarin erimelerinden, Hans Peter Friedrich´ten, Helene Fischer´den, Dinkel Acker´in 125 yilinda cikardigi biranin ne kadar lezzetli oldugundan, sosyal pedagojinin bilinmeyen güclerce homojenlestirildiginden konussak. Türkler´den, Müslümanlardan, uyumdan bahsetmesek. Cok sey mi istiyorum Suphi?

-      Bir yerlerde okumustum; Hitler zamaninda sürgüne gönderilen, kacmak zorunda olan yazar ve düsünce insanlari icin söyle diyormus sistemin yazar ve düsünürleri: „Atlantik kiyisinda rum iciyorlar, ülkemizin durumlari umurlarinda degil.“

-         Spiegel bu hafta Türkce cikacakmis. Paralel medya bu olsa gerek.


-        „Mercedes-Benz Arena“nin eski adi „Adolf Hitler Kampfbahn“.

           Elbe´nin sulari yükselmis, Türkiye´de olsaydi yapardik üstüne 5-6 tane HES bak bir daha yükseliyor mu?

Sivil Paradoks

Türkiye siyasi lugati son 20 gündür  kendini yeniden yaratiyor adeta. 1937´de ilk defa dillendirilen capulcu lafi yeniden siyasi jargona girdi, girmekle kalmadi Almanca, Ingilizce ve bircok dilde karsiligini bile buldu. Bir de sivillesmek var istilip tekrar getirilen. "Lan hani biz sivillesmistik, hala dayak yiyoruz" diye serzenis...

Sivil kelimesini henüz bir cocukken duymustum ilk defa. 89 ya da 90 yazi olmasi gerekiyor. Ankara´dan Elazig´a tatile gitmisiz. Oradanda vapurla Perteg´e. Zira Keban Baraji'ni görmüslügümüz Ege´yi görmüslügümüzden öncedir.
Hic deniz görmemis part-time Ankarali havasi ile yüzerken, söyle demisti babam gülerek "Ne lan öyle sivil sivil yüzüyorsunuz?" Daha sonra duydugum cümlelerin icinde hep polis korumasi esliginde gezdi "sivil" kelimesi: sivil polis. Bazen Yilmaz Güney filmlerini saklarken Gulliver'in Gezileri kitabinin altina, arka fonda caldi "Sivil polis olabilir" sesleri. Ve "Su misirci kesin sivil polis" tespitleri....

Ciplaklik ile sivil kelimesi öyle bir kazinmis ki aklima bakkalin beni kandirmak icin elime tutusturdugu Tan gazetesini" elimden atıp "Biz böyle bacakli sivil gazete okumuyoruz" deyisim ve annemin saskin bakislari altinda Cumhuriyet gazetesine yönelisim hala anlatilan bir anektoddur aile meclisimizde.

Tüm Türkiye olarak sivillige ihtiyac duydugumuz o yillarda anneannemin ve büyük teyzelerimin beni Kenan Evren Pasa diye sevmesi... Sivillik kelimesinin gectigi her yerdeki bu pardoks, bu tezatlik hala birakmadi pesimi.

Ve en sonunda bugünlerde, zamaninda sivillesmek adina hapis yatan, elini ari kovanina sokan insanlarin, simdilerde askerin göstericilere müdahalesini savunmasi...
Polis radyosunun TRT-Radyo´dan sonra gelen en köklü radyo olmasinin bir medya basarisi olarak gösterilmesi...
Eskiden okul duvarlarina asilan Cumhurbaskanlari portrelerinin ezici bir cogunlugunun kollarinda yildizlar olusu...
Sivil kelimesini duyan kisilerde cagrisim yapan ilk seyin "Sivil Polis" olmasi...

Var bu "sivillesmek" kavraminda bir seyler ama du' bakalim!

hem gezdim hem de yazdım

insanoğlu kuş misali, bir bakmışsın orada, bir de bakmışsın yine burada.

15-16 hazian işçi ayaklanmalarının yıldönümüne denk düşen bir haftasonu, ben de çantamı "iş deyü deyü" takıp sırtıma, çıktım istanbul'un asfalt yoluna. evdeki hesap çarşı'ya uymadığı gibi, çarşıya da uymadı bende. her şeyi zipleyip, cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar "gezi" oldum.

nasıl gezi olunuyor?

öyle hemen olunmuyor aslında. cumadan başlamıştı zira metamorfoz. bugüne kadar taksim'e vardığında ilk yaptığı şey istiklal'de bir kahve içip, üzerine kitapçı gezmek olan, acıkınca bambi'den iki ıslak çeken bendeniz, ulvi sorumluluğuyla birlikte "ilk hedefin gezi'dir ileri" diye "gaz"ladı kendini. ulusalcı gazım biraz fazla kaçmış olacak ki, hafif gıcık tuttu orada. on yıldır istanbul'a berlin'den gider gelirim bir kere de taksim'e hemencecik gitmek gibi bir derdim olmamıştı. havataş kayıplarda. en güzel yol metro dediler, atladık. aksaray'da iniyorsun da, kabataş'a giden metro'ya nasıl gideceksin? şehir yapış yapış. pis bir yağmur yağmış. daha da yağası var utanmazın. hani berlinliler bilirler, çok fazla havaifişeklerin patlatıldığı yılbaşı gecelerinde hep bir yağmur yağar. o geliyor aklıma. hafif yüksek sesle "pardon, kabataş metrosuna nerden geçebilirim" diye soruyorum, elinde uykusuz'u ile uykusuzluktan gözleri çökmüş bir kız "benle gelin, o yoldan gidiyorum ben de, götüreyim" diyor.

gezi'ye mi?

uykusuz karikatürleri bol gezi'li, gazlı. gözünü sevdiğimin mizahı! üniversite öğrencisi hanımkızımız ettiğim telefonları da duyunca "gezi'ye mi" diye soruyor bana. "evet" cevabım yüzünü güldürüyor. "finaller geldi, biz biraz aksattık mecburen. gece gündüz ders çalışıyoruz şu sıra". ondan önceki gün, referandum konuşuluyor. ne diyorsun referanduma sorum şu şekilde cevaplanıyor: "referandumla ölenler, yaralananlar geri gelecek; tutuklananlar serbest bırakılacak; şu yaşadığımız travma gibi olaylar feraha mı kavuşturulacak"

o istanbul üniversitesine doğru gidiyor, ben kabataş durağında inip finiküler ile yukarıya çıkıyorum. taksim'de hava basık. gezi parkı'na giriyorum, görüşeceğim kimseler teslim edeceğim hem tıbbi hem maddi malzemeler var.
merkezdeki revirine giriyoruz gezi parkı'nın. gezi'de para geçmiyor arkadaşlar. kimse parayla bir şeyler satın almamaya ve bilhassa da para kabul etmemeye yeminli. elimdeki üç beş şeyi oraya bırakıyorum. silme malzeme dolu; ama hâlâ yetersizlikler mevcut. "battaniye, ayakkabı, yağmurluk" diyorlar. dedim ya, para kabul edilmiyor. zaten makbuz kesip yardımı alabilecek bir kurum da yok ortalıkta. dört dönüp sonunda belli bir yaratıcılıkla gerçekleştiriyoruz para teslimini. üç şahit tutup, paranın harcanılışının belgelendirilmesi koşuluyla oradan ayrılıyorum.

-iş için gittiğim gezinin iş kısmını atlıyor ve cumartesi akşamına varıyorum-

aslında keyifli bir cumartesi günü akşamı, telefonlara yağmur gibi mesajlar yağıyor. "gezi parkı boşaltıldı". neye uğradığımızı şaşırıyor, soluğu taksim'de alıyoruz hızlıca. arkadaşlarımıza ulaşmaya çalışıyor ve ulaşamadıkça tedirgin oluyoruz. yollar kapatılmış, gece vakti ilk defa görüyorum oraları. sıraselviler'de takılıp kalıyoruz. ilk defa duyduğum kesif bir koku var. burnum gıcıklanıyor "allah allah nedir ki" diye düşünürken, saatlerce atılmış bombaların, sokağın ortasına çökmüş kalıntıları olduğuna aklım yatıyor. gecenin ikisinde mevziyi bırakıp, dönüyoruz yataklarımıza "yarın ne olacak, nasıl olacak" diyerek.

pazar günü, dörtte eylem kararı var. aynı gün erdoğan da kazlıçeşme'de konuşacak. insan düşünmeden edemiyor ki "derdin ne" diye. zira, zaten durulmuştu insanlar, dayanışma birtakım kararlar alıyor. sen resmen "sevinmesin ipneler" diyerek basıyorsun gazı tuzu.

istanbul sıcak. istanbul'da taksim'e yürüyor insanlar. sürekli telefonlar, sürekli nerdesinizler, yine ulaşamamalar, yine endişelenmeler. bu arada endişeli aileden de sürekli telefonlar gelmekte gün ve gece içinde. onu da es geçmemek lazım. herkes televizyonlardan gördükleriyle dehşete kapılıyor.

min dît*

*gördüm. gördüm de neyi? kısaca diyeyim ben size...

hayatımın en ilginç manzaralarından birini gördüm en basiti. yokuşlar boyu insanlar, "penguenler burada cnn türk nerede" diye bağırarak penguen adımlarıyla yürüyenler, TOMA gazlı suyu basıp, nereden geldiği belli olmayan bombalar düştükçe "faşizme karşı omuz omuza" diyenler, civar apartman sakinlerine "beş litrelik bidonlarla su indirin aşağıya, bombaları içine atacağız" diye bağıranlar ve bu denilenleri yapan apartman sakinleri, biber gazından korunmada işe yarayan deniz gözlüğü yanında fazladan var diye çıkarıp vereni gördüm, hemen başıma baret bulup getireni, toz maskesi uzatanı, deli gibi ara sokaklara kaçılan saldırılarda elimden tutup beni merdivenlere çekeni, apartmanının kapısını açanı, apartman boşluğunda "arkadaşlar gelin tuvalet ihtiyacınız varsa burda geçirin" diyen amcayı, hazırladığı talcidli solüsyonu gözleri yanan adamın yüzüne dökeni, evinin kapısını açıp saatlerce ablukanın geçmesini beklerken bizlere çay ve yemek ikram eden gençleri gördüm. yüksek ihtimalle oturup  bir tartışmaya girsek, onlarca ideolojik ayrımda boğulacağım insanlarla asgari şekilde birleşmeyi gördüm. hayatında ilk defa eyleme gelip de, bu eyleme 17 gündür karınca kararınca destek vermeye çalışan insanları gördüm. polis sokağı boşaltır boşaltmaz tencere tava ile balkonlara çıkan mahalle sakinlerini gördüm, parmağıyla göstericilerin sığındıkları evleri gösteren sivil polisler gördüm. çok güzel insanlar gördüm ben kendi payıma. ben bunların hepsini görürken, boşuna min dît demedim bu bölüme. kendisine basın açıklaması yapmak istediği için biber gazı sıkıldığını söyleyerek isyan eden adamın, "bize bunları yapıyorlar şehrin göbeğinde, kim bilir hakikaten devlet doğuda neler yapmıştır" diyerek serzenen adamı duydum. belki de en çok orada mutlu oldum.

aranızda sivil polis olan var mı?

biraz da gülelim. gerçi ara ara hep güldük; yalnız bize evini açan ve bir anda 15 kişiyle burun buruna gelen ev sahibi, gayet cool bi şekilde "arkadaşlar, aranızda sivil polis varsa, sakin sakin çıkıp gitsin evden. yoksa çok sinirliyim, kaç gündür barikatlardayım, allah yarattı demem. döverim" demişti. sivil polis var mıydı, yok muydu bilmiyorum; ama hepimiz bi "abi biz de döveriz valla" moduna girdik. her saniye barışçıl olamıyorsun. bilhassa yüzün gözün biberden yanarken.

***

bu yazıda tek bir fotoğraf bile kullanmıyorum. çünkü her yer fotoğraflarla dolu. yeterince vahşet, yeterince güzel görüntü ve video ile iç içeyiz. benim sizden istediğim, şu gördüklerimi kafanızda canlandırmanız, zira hiçbir zaman apartmanının kapısını hızlıca açan çocuğun ve üst katlardaki evine "polis girmez buraya kadar" diyerek insanları çağıran gençlerin fotoğrafını bulamayacaksınız. yalnız bu güzel direniş, onların omuzları üzerinden yükseliyor. türkiye, ankara'da beleşe yolcu taşıyan taksiciyle, yukarıdan kimliklerimizi elbiselerimize tutturalım diye filkete atan genç kızla, kediyi biber gazından ölmesin diye kucağında apartmana bırakan kadınla ve evinden su indiren teyzeyle direniyor. daha da direnir bu gidişle.

telefonum çaldı, arayan faiz lobisiydi!

yorucu bir günün ardından uykumun en derin yerindeyken çalmaya başladı telefonum. uykudan uyandırıldığıma göre mesele önemli olmalıydı.

hayır, koca faiz lobisi 3 kere çaldırıp kapatıyor. sonra işin yoksa geri ara. cebimize giren para da telefon faturasına gidiyor. e böyle böyle zengin oluyorlar işte...

kendime gelemeden uykulu bir sesle açtım telefonu. saat farkı telefonun diğer ucundakinin sesine dinçlik olarak yansıyordu.

"bu sefer ki görevin maykıl tabii kabul edersen..." diye lafa başladı.

"ne pis geyiğin varmış senin de! bıkmadın mı lan her seferinde aynı muhabbeti yapmaya?" diyerek lafı ağzına tıkadım. birşey demesine fırsat vermeden devam ettim: "sen paradan haber ver!" dedim. elinin güçlü olduğunun farkında olduğunu belli eder bir ses tonuyla "her zamankinin iki katı." dedi. uç uca ekleyerek evimden kotti'ye kadar ulaşabildiğim 50 eurolukların yerine 100'lük banknot kullanabilecektim demek ki bu sefer. acaba yine 50'lik kullansam nereye kadar varırı diye düşünmeye başlamıştım ki kendimi zor toparladım. meblağdaki artış meselenin önemi tasdiklenmiş oluyordu.

hülasa:


iran'daki molla rejimine karşı brandenburger tor'un orada gerçekleştirilen protesto.

"freiheit für alle gefangenen in iran" diye bağrıyorlardı uzata uzata... "ohoo bizim eski tüfeklerden betersiniz!" dedim içimden. elebaşlarına yaklaşıp "aga böyle olmaz bu! bunun karakter sayısı burada toplanan insan sayısından fazla! hashtag olabilecek birşeyler bulun kendinize." dedim ve uzaklaştım.

sonraki durağım seslerini duyurmak isteyen sessiz bir grubun düzenlediği eylemdi. işitme engelliler almanya'nın 25 yıldır tanıdığı işaret dilinin gündelik hayatta daha çok yer bulmasını talep ediyorlardı.







"wir können alles außer hören", "gehörlos ist nicht sprachlos", "gebärdensprache ist die älteste sprache der welt" gibi etkili pankartları vardı. birbirleriyle konuşan binlerce insanın çıt çıkarmadığı ilginç bir topluluktu. hjerkes güleryüzlü, herkes orada olmamdan, fotoğraf çekmemden mutlu...

ve son olarak...



bu pankartı taşıyan abiye "türkiye'de olup biteni biz de medyadan öğrenemiyoruz!" demek geçti içimden, onun yerine buraya yazıyorum.

müsadenizle yazıyı burada bitirip hesabımı kontrol etmeye gideceğim.

işler açıldı, yürürürm ben buradan!

DERSIMiz Taksim

                                                                                                               
                                                                           



  ah yol muhafizi,
  ne olur bir yudum su
  baliklardan, kayiklardan,
  ne olursun, bir yudumcuk 
  (Garcia Lorca)
                                  
                                                                                                                                            
Gezi Parki direnisi patlak verdikten sonra bircok siyasi, sanatci ve aydin görüslerini bildirdi. Siyasi gelecekleri basbakanin tercihlerine göre belirlenen insanlar; ya bir erdem olarak susmayi tercih ettiler ya da Basbaka´dan bir aferin aliriz umuduyla olaylarin muhalefet ve dis mihraklar tarafindan düzenlendigi argümanina sarildilar. Bunlardan bir tanesi de meclisimizin sevdigimiz simalarindan ve genelde her konuda fikri olan, ki bu fikirleri sayesinde kalbimizdeki yerini bir hayli pekistirmis bulunan Sayin Samil Tayyar.

Söyle demisti Sayin Tayyar "Sunu bilin, Erdogan diktatör olsaydi Taksim Dersim olur, mezar tasina hasret giderdiniz". Ben bu ifadeyi nasil anlamam gerektigini bilemedim. Bir devlet lütfu mudur, insanlarin devlet tarafindan öldürüldükten sonra, mezar taslarinin olmasi? Ya da yillar önce Dersim´de olanlari düsünüp, aynisi Taksim´de olmadigi icin minnettar olmamiz mi isteniyordu? Iyi de bunu düsünmek bile cok korkunc degil miydi? Acaba Taksim´deki insanlari, Dersim´de yaptiklari gibi öldürebilirler miydi? Kadinlar ve cocuklara tecavüz edip, bir dereye doldurarak fazla kursun israf olmamasi icin süngülerle delik desik edebilirler miydi? Öldürülebilirler miydi Gezi Parki direniscilerini kimyasal gazlar ile magaralarda degil de binalarin icinde, cadirlarinda? Süngüler ile cikarabilirler miydi hamile göstericilerin karinlarindaki bebekleri? Taksim´e, Gümüssuyu´na, Dolmabahce´ye ve Besiktas´a bomba yagdirabilirler miydi savas ucaklari?

 Sayin Tayyar´i Taksim konusunda Dersim terminolojisini kullanmaya iten neden neydi?

- Dersim´de olanlardan bir milletvekili olarak utanmasi ve duydugu aci,
-  Demokrat kisiliginin getirdigi bir disavurum
- Alevi ve Kürt kimligi ile öne cikan bir cografyanin yüzyillardir süregelen magduriyetine cözüm bulma istegi
- Mezar tasi bile olmayan insanlarin her gece Sayin Tayyar´in rüyalarina girmesi
- Taksim ile Dersim arasindaki kelime benzerliginin getirdigi bir metafor
- Dersim soykiriminin ana muhalefet partisi döneminde yapilmasi

Sayin Tayyar´in yukaridaki ilk 5 nedenden hernangi biri dolayisiyla böyle bir ifadede bulunduguna tüm kalbim ile inanmak isterdim. Lakin Alevilerin ibadethanelerinin hala resmi bir statülerinin olmamasi, Dersim´in adinin hala benim kimligimde dahil olmak üzere devlet tutanaklarinda Tunceli olarak gecmesi, Basbakanin diledigi özürden sonra Dersim Soykirimi hakkinda herhangi bir hukuki islem yapilmamasi, cocuklari, kadinlari, insanlari, dilleri ve kültürleri öldüren bir kisinin isminin hala devletin havaalaninda gecmesi, artik yasli olan binlerce cocugun baska ailelerin yaninda ölecek olmasi, benim bu ilk 5 ifadeye inanmama imkan vermiyor.

Cok uzaga gitmeyelim Sayin Tayyar! Ninem hep korkardi 38´i anlatmaktan. "Kirdi gecirdiler, daha ne anlatayim" derdi. Acikan bebeginin agzina aglamasin diye kan sürermis atildigi cukurdan. Ninemin de basörtüsü var Sayin Tayyar, belki hic degilse bu empati yapmaniza yardimci olur. Sivas´tan konusalim biraz isterseniz. Davanin düstügü gün Basbakanimizin "Hayirli olsun" dediginden bahsedelim. Yoksa zaman asimi sizi de rahatsiz etti mi? Kimseye haksizlik etmek istemem.

Simdi fark ettim de Sayin Tayyar 38´deki CHP´ye ne kadar da benzemissiniz su gectigimiz 11 yilda. Tarihin cilvesine bakin ki 1937´de CHP´liler de "Capulcu " diye bahsediyorlardi haksizliga karsi cikan insanlardan. O zamanlar Tan gazetesinde yayinlanmis simdi ise Sabah,Vakit, Yeni Safak, Star ve Akit´te yayinlaniyor.
Kabul edelim Kilicdaroglu ulusalci tabanindan cekiniyor, Dersim hakikatinden bahsedemiyor. Basbakanin, sizin ve diger milletvekillerinin cekindigi nedir Sayin Tayyar? Ulusalcilar mi? Kimler?

Simdi standart bir AKP´li refleksiyle "Basbakanimiz 'Dersim Olaylari' icin özür diledi." diyeceksiniz. Eyvallah da iste bu saydiklarim yüzünden bir anlami yok o özrün. Belki de sorarsiniz "E iyi de bu Dersimliler neden hala CHP´ye oy veriyorlar?" diye. Sizlere mi oy versinler Sayin Tayyar? Bu soruyu baska bir siyasi parti sorabilir ama siz bu soruyu soramazsiniz.

"Mezar tasina hasret gitmek"... Bir söz vardir: "Dervisin fikri ne ise zikri odur." Bu mudur zikriniz Sayin Tayyar? Mirascisi oldugunuzu iddia ettiginiz Osmanli Devleti zamaninda söylenen bir söz vardir, belki bunu bilemeyebilirsiniz: "Dersime sefer olur, zafer olmaz". Aman dikkat edin de "Taksim´e sefer olur, zafer olmaza" dönüsmesin.

Düsünüyorum, belki de 20 yil sonra yine sizin gibi kalbimizdeki yeri pekismis, degerli bir milletvekili söyle der: "Falanca basbakan  diktatör olsaydi, F16 savas ucaklari ile cocuklariniz öldürülürdü, battaniyelere sarilir, kefenlere hasret giderdiniz ve bir özür bile dilenmezdi!"

durmak yok çapulculuğa devam

berlin fotofestival 2013'ün açılışının yapılacağı yere geldikten kısa süre sonra gördüm üzerinde çapulcu 36 yazan tişörtü olan abiyi. yanına gittim, büyükelçi konuşurken protestoda bulunacaklarını söyledi.



yaptılar da...


büyükelçi de protestocuları olgunlukla karşıladı, belirtmem gerek.

Gezi Gözlem

- Stuttgart´ta su sikan polis panzerleri (TOMA) 70´lerin sonlarindan 2011 yilina kadar hic kullanilmamis. 2011 yilinda Stuttgart 21 karsitlarina karsi kullanilmis.

- "Gezi Parkı'nı neden destekliyorsun?" diye soranlara Milli Egitimi Bakanligi'ni gösteriyorum. GEZI kolundaydim ben lisede. Ve benim gibi yüzbinlerce genc varmis ülkemde.

- Mössingen olaylarina da benzetiyorum Gezi direnisini. Umarim kaderi benzemez. http://berlinpostasi.blogspot.de/2012/08/mossingende-kaldi-yurecigim.html

- Stuttgart´ta iki yil önce "Dagilin" anonsu yapilmadan cop kullanan bir polise 2 yil hapis cezasi verilmisti. Türkiye´de kac polis hakkinda islem baslatildi?

- SPD demis ki "Istanbul´daki olaylari tasvip etmiyoruz. Ama bu olaylar Türkiye´nin son 10 yilda modernlesme alaninda yaptigi calismalara gölge düsürmemeli." Ama´ya kadar ne kadar da güzel basliyor her cümle.

- Militarizmi kastederek söyle diyor gectigimiz günlerde ölen Tübingenli hemsehrimiz Jens Walter "Adimlarin bile ayni büyüklükte atilmasi gerekliligi, insanliga yapilmis en büyük onursuzluktur."

- Naziler ile AKP´yi karsilastiranlara kiziyorum.

- "CNN kirli ellerini Türkiye´nin üzerinden cek" diye hashtag cikmis Twitter´da. Obama kardesimin sesini özlemistim onu ararken öyle bilgisayarda gözüm takildi.

- Adamlar toplum bilimini bulur, sen ise Toplumsal Olaylara Müdahale Araci'ni.

- Biz elinde bilgisayar olan nesil yetistirecegiz diyen bir partinin 3G´yi kapattirmasi ilginc.

- Zamaninda askerler üniformayi giyince kendilerini görünmez zannediyordu, simdi ise AKP rozetini yakalarina takanlar.

- Dindar degil, yandas nesil yetistirmek lazimmis demek ki!

- Tinerciler eyleme destek verseler simdi, hakli olurlar mi olmazlar mi?

- Söyle bir olay var bilmem dikkatinizi cekti mi. Almanlar ülkemizin adi yerine genelde asagi lafini kullaniyorlar. "Wann gehst du unten?", "Was passiert unten?" gibi... Yunan ve Italyanlar icin de kullaniyorlar bu lafi. Son zamanlarda cok duydugum bir soru cümlesi ise su " Was passiert unten in Istanbul? Üst kültür müdür yoksa engin cografi bilgi midir bilemedim ki!

- Toplum lafini duyunca akillara ilk TOMA gelen bir ülkenin Engels, Durkheim veya Weber cikaramamasi son derece normal!

- "Ama bizim UEFA Kupamiz var" ile " Bizim IMF´e borcumuz yok" cümleleri arasinda cok bir fark yok.

hasbihal


çok uzun anlatmak gerekti 
 ve biz, sadece ima ile geçtik

doğunun geçitleri - hilmi yavuz

oturup konuşmak, anlatmak gerekiyor. çok uzun anlatmak... ve paylaşmak yaşananları, hisleri, düşünceleri... sadece facebook'taki paylaş, twitter'daki retweet butonuna tıklamaktan bahsetmiyorum tabii ki.

yoksa başka, farklı gerçeklikler inşa ediyoruz. aramızda kapanması çok zor boşluklar oluşuyor, uçurumlar... annemle telefonda konuşurken bambaşka şeylerden bahsettiğimizi fark ediyorum ve anlaşmamızın mümkün olmadığını. başkalarıyla konuşurken de bu gerçeklik çarpıveriyor suratıma ve duruyor orta yerde öylece. aşamıyoruz, aşılmıyor.

bu durumu tabii ki konvansiyonel medya-sosyal medya ikilemi üzerinden açıklayabiliriz. lakin sosyal medyada bile paralel dünyalar, bambaşka algılar oluşturulabiliyor. insanların derdi hak, hakikat, vicdan değil de propaganda ve safları sıklaştırmak olunca medyanın türü pek önem taşımayabiliyor. meselenin bu kısmını da gözden kaçırmamak lazım.

gel arkadaşım, otur şöyle... derdimi anlatayım sana... biraz uzun olacak. belki çok uzun gelecek sana. 140 karakter, birkaç resim, işine yarayacak kısa bir video lazım belki sana. ama anlatmam lazım. anlaşırız belki. o da olmazsa ben anlatmış olurum. bütün yanlışlıklara, yanlış anlaşılmalara, öfkeye karşı yapabileceğim başka birşey yok. en azından niyetimin nişanesi olur yazdıklarım. ve belki sebeb-i rahmet. bir ümit. uyku tutmayan gecelerde bir avuntu, üzerime çöken çaresizliğe edilmiş okkalı bir küfür belki de.

tamam, polisin sokakta nasıl terör estirdiğini de görmüyorsun, şiddetin ş'sine bulaşmamış birçok göstericiye nasıl müdahale ettiğini de bilmiyorsun. peki gerçekten anlamak istiyor musun diğerini? bu insanların ne yaptığını, neyin peşinde olduğunu, ne istediklerini merak ediyor musun gerçekten? sadece kendi adıma ve kendi penceremden anlatayım.  

28 mayıstan beri duyup durduğumuz bazı söylemleri incelemek gerektiğini hissediyorum. bu söylemleri televizyon ekranlarında başbakandan, telefonda anneden, yolda yürürken kahve içen amcalardan veya üniversitenin cafesinde arkadaşlardan duymak mümkün. saçmalığı tekrar etmek kendini birşey demek zorunda hissedenlerin bu ihtiyacına cevap veriyor olabilir ama söylenen sözün saçmalığını azaltmıyor. 

önce iki tespitle başlayalım, ileride lazım olacak: 

1) türkiye, vatandaşları çevreye karşı duyarlı olan bir ülke değil. 
2) türkiye'de kalkınma ve zenginleşme çevreden, güvenlik de özgürlükten önce gelir. 

şimdi teker teker sıralanan anlama, anlaşma amacı taşımaktan ziyade muhatabını "itibarsızlaştırma" amacı güden söylemleri teker teker inceleyelim.

"3-5 ağaç için buna değer mi? bunlar güya çevreci ama çevreye zarar veriyorlar!" 

3-5 ağaç diye küçümsediğiniz eyleme bu sebeple başlayanlar ilk gece alana giden insanlardır. polisin bu insanlara şiddetli müdahalesi olayları tırmandırıp bu noktaya getirmiş, hükûmetin icraatlerinden rahatsız olan kesimler için bir "bahane" olmuştur. siz bunu da "itibarsızlaştırma" gerekçesi olarak kullanmayı çok iyi bilirsiniz ama bir durun lütfen! yahu hiç anlamak istemiyorsanız bile yıllarca çocukların beyninin iğdiş edildiği "milli" tarih derslerinde öğrendiğiniz bir cümle aklınıza gelsin: "1. dünya savaşı avusturya maceristan veliahtı franz ferdinand'ın milliyetçi bir sırp genç tarafından öldürülmesiyle başlamıştır."

bugün yaşananları bu sözlerle itibarsızlaştırmaya çalışan insanların yıllarca başörtüsü etrafında kopan tartışmalarda "bir bez parçası için..." ile başlayan cümlelere maruz kalmış olmaları da işin başka bir boyutu.

bir de bu cümle söylem mantığı açısından yıllarca duyduğumuz "pkk güya kürt hareketi ama kürtlere zulüm ediyor!" cümlesine ne kadar da benziyor! ne de "analitik düşünce" ürünleri değil mi? ama 30 yılın sonunda geldiğimiz noktada çözüme hiçbir katkı sağlamadığını anlamayan kalmamıştır herhalde diye umut ediyorum.

"bu olaylar çevre duyarlılığını aştı" 

1. dünya savaşı çıktıktan sonra avusturya macaristan imparatoru'na "babasın, acın büyük anlıyorum. benim de evladım var ama olaylar evlat acısını aştı!" diye mektup gönderen nizam düşkünü boş analizciler, itidal çağrısı yapan sözde duyarlılar olmuş mudur acaba?  

yukarıdaki tespitleri hatırlatmak gerek. "türkiye, vatandaşları çevreye karşı duyarlı olan bir ülke değil." yıllardır kalkınma, zenginleşmek adına doğayı mahvediyorsunuz. şehirleşmeden anladığınız rant üretip etrafınıza dağıtmak, kentsel dönüşüm diye "değer kazanan" yerlerdeki insanların üzerinden buldozer gibi geçip gittiniz, istanbul'un içerisinde her an patlamaya hazır sosyal bombalar ürettiniz. sonuçları bazen kendini gösteriyor, orta vadede neler doğuracağını hep beraber göreceğiz. fakat bu insanlar toplumun en alt kesimi olduğu için kimse umursamadı ve doğa kıyımı da kitleleri harekete geçirmedi. duyarlı insan sayısı bir avuç işte hepi topu! ama tüm gücü elinde bulunduran bir başbakan olarak insanların üzerine bu kadar gidersen, ufak bir gruba zalimce saldırırsan ve geri adım atmadan buna devam edersen, söyleminle de sana muhalif olan kesime [kendi tabanını sık ve düzgün tutmak adına olsa da] hakaret edip onları itibarsızlaştırmaya çalışırsan, yok sayıp ezmeye kalkışırsan insanlar patlayı verir. sonra da kalkıp "çevre duyarlılığını aştı" yorumu yaparsınız. "göbeğini kaşıyan adam" ve "bidon kafa" tabirleri bu kadar tazeyken sen tüm uyguladığın şiddetin yanı sıra ayyaştan girip çapulcudan çıkıp çaputa bağlarsan "terminolojini" olayların çığrından çıkmasına sebep olursun. 

"bu tepkiler ideolojik"

bir siyasi parti başkanının ideolojik kelimesini "küfür" niyetine kullanması başlı başına ilginçken başörtüsü meselesinde "siyasi sembol" itirazında yıllarını kaybetmiş insanların bunun peşine takılması bambaşka bir garabet. "velev ki siyasi sembol olsun" çıkışından çok daha önce "bıyık, parka, tişortun rengi veya üzerindeki resim/sembol, gümüş yüzük, atatürk rozeti hatta türk bayrağı da siyasi semboldür! ayrıca başörtü takmamak da siyasi sembol olarak görülemez mi?" diyen biri olarak diyorum... ayıp! her tarafa avm dikmek, 3. köprüyü yapmak ne kadar ideolojikse bu tepkiler de o kadar ideolojik. evde zorla tuttuğunu ifade ettiği %50'nin ideolojik olmadığını mı düşünüyor acaba kendisi bilemiyorum. hadi erdoğan bunları söylüyor, peki ya siz, size hiç garip gelmiyor mu söyledikleri? bir durup "ne diyor bu adam yahu?" demiyor musunuz? söylemin altındaki "mantık" bir yerden tanıdık gelmiyor mu? canınızı acıtan bir yerden...

devam edecek...

devam chapulling

Bugün (09.06.2013) Berlin`de gezi parkina dayanisma yürüyüslerinden biri daha gerceklestirildi. Oldukca coskulu ve sorunsuz gecen yürüyür esnasinda gözümüze takilanlari sizlere de aktaralim, bu vesile ile belki de gezi parkindaki chapulculara destek olalim istedik. Basbakanin sözünü ettigi kimi dis mihraklardan birkaci ile de konusup, konu hakkindaki fikirlerini de ögrendik.  #direngezi! Bizim icin de diren!
















 

işte o molotof kokteyli

marjinallerin taksim'deki "saldırısından" sonra berlin'deki yürüyüşte de molotof kokteyli görüntülendi!

ama türkiye'deki prodüksiyondan eksiği çoktu.

seneryo olsun, kurgu olsun, polisler olsun...

ayarlayın bunları!

Gazsız Direnenler


"!!!!!!!!"

Hislerim on gündür bu şekilde. Kelimeler manasız ses kümeleri oluyor, yazı denen nane kargacık burgacık bir icat, dizi/film/kitaplar toptan ulaşamadığım bir dünya, gündelik hayat akışı bir muamma. Olayların ilk üç günü zannediyorum ikişer saat uyku aralıklarını saymazsak ya buralardaki eylemlerde ya da yaşadığım şehirden tamamen soyutlanmış şekilde facebook ve twitter başındaydım. Öyle ki direnişin ilk pazar günü, bir arkadaşın kedisine bakmaya diye sokağa çıkmamla, hangi şehirde, hangi ülkede yahut hangi -ileri- demokraside yaşadığımı toptan unuttuğumu fark ettim. İnsanlar ölüyordu, arkadaşlarım "Sıkıştık yardım edin!" diye mesaj atıyordu, gaz durmuyordu ve bir pazar günü Berlin sokakları her zaman olduğu gibi pazarları evinde geçiren Almanlar sayesinde ıssız, ılık ve sakindi. Çok fazla ağaç vardı, insanı sinirlendirecek, gözlerini acıtacak kadar çok. Burada yaşayanlar ne kadar şanslı olduklarını biliyor muydu, zaten böyle bir düşüncenin hiçbir geçerliliği var mıydı bilinmez, öyle ya, hep birileri daha zor durumda olacaktı ve "Sizin tuzunuz kuru" diyerek ileri bir adım atmak mümkün değildi. Ama o çok derinden gelen, çok acıtan, "Keşke biz de..." hissi yıkıcıydı bu kez.

İnsanın genetik kodlamaları acayip işler. Bir insanı sırf kokusundan, irrasyonelce sevmek gibi, "bir şey yapma" mefhumu da çok fiziksel olarak bir yerlerimize kazınmış (burasını genetikçiler açıklasın). Facebook başında, twitter'dan iletişimde kalarak zannediyorum birilerinin işine yaradım, on senedir görmediğim, konuşmadığım insanlarla mesajlaştım, bilgi birleştirdik, fikir ürettik, var olduk. Mecburen sosyal hayata karışmak zorunda kaldığım anlarda, kendi yazdığım oyunun provalarında yaptığım işe yabancılaştım. Orada birilerinin ciğerleri acı içindeydi, mesajlaştığım arkadaş "Yazamıyorum polis kovalıyor" yazıyordu ve ben bir dizi yüzünden uyuyamayan insanları dinleyip başımı sallıyordum. Arkadaşımın düğününden "Ece Temelkuran konuşacak, gitmem lazım" diye kaçtım. Sadece okuyarak, yazarak ve fikir alışverişi yaparak da olsa, birilerinin işine yarıyor elbet insan. Ama fiziksel temas öyle güçlü bir şey ki, olmayınca idrak edilmiyor durum. Arkadaşlarım gazdan yorgunken, burada polisle güle oynaya eylem yapmanın ilkel suçluluğu üzerime çöktü. Şimdi yavaş yavaş sıyrıldım biyolojimin bana attığı bu kazıktan, gazsız da olsa eylemlerde bağırma adrenalininin bir yanılsama olduğunu, iletişim ağı içinde muhtemelen daha önemli işler yaptığımı içselleştiremesem de biraz anladım. Yine de, kırk yıllık long distance ilişki insanıyım, mesafeler hiç bu kadar koymamıştı. 

Bir çocuğum olur da ileride "Sen Gezi Direnişi'nde ne yapıyordun anne?" diye sorarsa, "Tivitiyordum yavrum" cevabını verecek olmak artık içimi kemirmiyor. Sizinle gaz yiyemedik buradan, ama sağ olsun eyleme deodorant getirip üzerimize sıkan Türk amca biraz boğulma deneyimi yaşattı (100% gerçek). Gezi'de, Dolmabahçe'de, Kızılay'da, Dersim'de barikat kuramadık, ama bir masa dolusu insan oturup saatlerce cep telefonlarımızdan gelen bilgilere bakıp durduk. Zira başka her şey manasızdı; iyi veya kötü olduğundan değil, ama başka meselelerle uğraşmak mümkün değildi. Sabah altıda köprüyü geçişinizi izledik, ağladık, uyumadan kalktık eylem düzenledik, elimizden geleni yaptık. Herkes kendine yakın bulduğu işleri yaptı, kimimiz gazete ilanını organize etti, kimimiz tişörtüne çapulculuğunu ifşa edip okula gitti, kimimiz basın açıklamasını yazdı. Şimdi ne olacak bilmiyoruz. Herkes gibi bekliyoruz.

Sokakların sanatla, espriyle, güzellikle dolduğu bir zamanda yazı yazmak da zormuş. Ama bilin ki, ayak ucumuza basarak yaşıyoruz. Her an, bir haber ile bir eylem düzenleyebilir, yardıma koşabilir, insanlara haber verebilir haldeyiz. Sağ gözümüz işini yaparken sol gözümüz twitter'da, sokakta mail kontrol ederek yürümeyi ve direklere çarpmamayı öğrendik, hocalarımızla ders konuşurken laf arasına Türkiye'yi sıkıştırıp bilgi almalarını sağladık. Çok gaza geldik, ama koşullar dolayısıyla şimdilik gazsız direniyoruz. Vazgeçmeyin, yılmayın, solmayın, biz yanınızdayız.

Kadının Adı Yok

Bu sefer gerçekten kadının adı yok.

Son 10 gündür twitter, facebook ve uluslararası basında çıkan her türlü direniş haberini okurken uyuyakalıp bir kaç saat sonra n'olur daha da kötü bir şey olmamış olsun diyerek kendiliğimden uyanarak elimi telefona atıyorum. Yasak olanın cazibesi ne kadar fazla ise inanın uzak olmanın içinizi yakması da bir o kadar derin.
En son 17 ağustos depremi için gündem hiç değişmeden günlerce bahsedilmişti benim hatırladığım.
Gezi parkı direnişi de bir deprem, şiddeti bilinmeyen bir sosyal deprem.
Kimse öngöremedi. Herkesin özellikle de iktidarın rehavete en çok kapıldığı anda geldi. Bir kaç agacti, 3-5 çapulcu idi; hepi topu...

Ama yazın ortasında İstanbul'un göbeğinde 200 kişilik bir kar topunun; sadece 2 gün içerisinde bütün kutupları kendine katan bir çığa dönüşmesini hangimiz bekliyorduk?
Yazanı, çizeni, konuşanı ve hala anlamayanın çok olduğu bu toplumsal hareketi an be an izliyoruz, nefes almadan...

Hele biz uzaktakiler gerçekten oturup izliyoruz...

Gerçek olduğunu bildiğimiz, tanidigimiz karakterlerin baş rolü oynadıkları; yakarışlarını ezberlediğiniz rollerin eşit dağıtıldığı ; kimi zaman gülerek kimi zaman aglayarak yürüdüğümüz sokakların, meydanların da set olarak kullanıldığı bu filmi 3000 kilometre öteden içimiz yana yana izliyoruz...

Bu da bambaşka bir yazı konusu aslında...

Neyse ne diyordum? Hah Gezi Parkı! Diren Gezi! Diren Ankara! Diren Hatay! Bunlar besmele oldu dilime...
Tamam bunlar degildi diyeceklerim. Günde 4 miting değil ama biber gazsız, copsuz kavgasız, hakkını vere vere 10 günde 4 eylem yapınca insan tekrar etmeden duramıyor direnişi!
Dili sussa insanın; gözünü kapatınca da bu gördüğü fotoğraflar geliyor hani şu TOMA'nın ıslattığı dans eden genç kadın; hani şu gençlere evden dolma yapıp getiren ve dagitan teyze , hani şu kızılayda sevgilisini öpen genç kadın, hani kırmızı elbisesi ile gaz yiyen kadın, hani şu en önde duran, en önde koşan, hani hani... Hepsi işte...


Bu kadınların hiçbirinin adı yok!
Kendileri orada!
Kendileri en önde!
Onların bedeni ve onların karari en onde durmak ! Onların kararı o TOMA'nın önünde durmak, onların kararı barikatta beklemek, onların isteği aşklarını bu direnişte yaşamak, onların düşüncesi 3-5 çapulcuyu evladı bilip ne yiyip ne içtiklerini önemsemek!

Kadınların direnişi çok güzel... Kendileri gibi, duruşları gibi...
Onlari izlerken;  bana verdikleri umut, onların yanında olamadığım için yaşadığım hüzün, yedikleri her bir cop, her gaz bombasi ve tazyikli su için hissettiğim acı, en ilginç, en ağır hissiyatımdı bu hayatta.
Onlara teşekkür etmek gerek. Onlara yardım etmek gerek. Onları alkışlamak gerek .

Ve onların adı yok.
Bu sefer Türkiye'de kadının adı yok kendisi var!
Sokakta, özgürce, mutlu, gururlu bir şekilde kendisi var!
İyi ki var!

Gazetede chapulluyoruz!




Bugün ilanımız taz'da yayınlandı. Almanya genelinde Çapulculuk böyle bir ilanın kendisine yakışmasıdır diyenler tarafından verildi bu ilan. Bir taz alın, ve de neden resistanbul denildiğini, haftasonu chapullingi yaparken okuyun.

Eğer ben de iyi chapulladım bu süreçte diyorsanız buyrun sizi bu ilana destek için şuraya alalım 
https://www.facebook.com/events/172662909567309/
Facebook'um yok diyorsanız, https://twitter.com/berlinpostasi dan ulaşabilirsiniz. 

Desteğinizi verdiniz, ilanı da gördünüz ama bir de ilanla fotoğrafınızı çektirin ve soli@capulcus.de ye gönderin, www.capulcus.de'de paylaşılsın. 

Daha fazla çapullamak için, bizimle kalın !