Maria Puder Olmak

"Göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım... Hakiki hayatım benim için can sıkıcı rüyadan başka bir şey değildir..." (s. 94)


Kürk Mantolu Madonna'yı bir kez okuduktan sonra, ikinci kez okumamak mümkün değil. Ne zaman biri Anhalter Bahnhof'tan bahsetse, Atlantik adında bir yer görseniz, Raif adını duysanız yahut Fight Club'ın Marla Singer'ını, Tenenbaum ailesinin Margot Tenenbaum'unu ellerinde sigaraları, üzerlerinde kürkleri ise görseniz, elinizde olmadan Maria Puder'i ve Sabahattin Ali'yi düşünmeden edemezsiniz.

Madonna, Sabahattin Ali'nin diğer romanlarından da, öykülerinden de epey farklı. Romanın baş karakterlerinden birinin Berlin oluşundan mıdır bilinmez, Türk edebiyatından bile epeyce farklı bir duruşu var. Türkçede o dönemde pek göremediğimiz, arayışta olan ama histerik olmayan, sanatçı ve kendinden emin, ama bir o kadar da yalnız ve kırılgan bir kadın çıkıyor karşımıza. Instagram zamanlarından önce, Google yokken ve bu kadının adını arattığınızda elli tane elinde sigarayla poz verip fotoğrafını filtreden geçirmiş kız ile karşılaşmazken, o eski ve kadim zamanlarda, Maria Puder olmak da başkaydı. Yanlış anlaşılmasın, hepimiz her daim kendimizi birileri zannediyoruz, taklit ediyoruz, ilham alıyoruz, on sene önce icq info'su yazmakla olan şey bugün instagram ile yapılıyor; ama yapılıyor ve şekil değiştirerek yapılmaya devam edilecek. Ama sosyal medya diye bir kavram yokken, görsel ve metin paylaşımı bugünkü hızında değilken okumuş olduğum için birazcık şanslı addediyorum kendimi galiba. Çünkü henüz lisedeyken, çevremde "Madonna <3" diye gezinen bir tek insan bile yokken, adı tüketilmemişken bir gecede okuyup sonra delirme şansı elde edebilmiştim. O zamanki delirmem, birkaç ay önce, kitabı bir de Berlin'deyken, Maria ve Raif'in şehrinde okuyayım deyince ikiye üçe katlandı ister istemez. Gezdikleri sokakları bilmek, her Tiergarten dendiğinde gülümsemek acayip bir deneyimdi. Buna bir de Maria'nın olduğu yaşta aynı şehirde aynı yalnızlıkla var oluyor olmak eklenince, değmeyin gitsin. Maria'nın hayata kırgınlığı, tek başınalığı, dirayeti, soğukluğu ve aslında içten içe çok incinebilir oluşu, eğer benzer hissiyatlardan geçmişseniz kamyon çarpmışa döndürüyor sizi.

Gelelim kitabın en kuvvetli hissine. Raif Efendi, Maria'nın tablosunu bir galeride gördüğünde büyülenir, her gün aynı galeriye gidip saatlerce Madonna tablosuna bakar, başka bir şey düşünemez olur ya, işte aşkın vücuda geldiği zamanlar aşağı yukarı böyledir. Kişiden, mekandan, zamandan ve dahi gerçeklikten bağımsızdır, bir saniyeliğine önünüzde açılan bir başka varoluş biçimidir. Zannediyorum bu kitabın bunca sevilmesinin, Maria Puder'i kürkünden ve yalnızlığından daha derin gören kişilerce böylesi gönülden bağlanılmasının sebeplerinden birisi de, çok ortak bir hisse sesleniyor oluşu: Var olmayan'ı sevmekle başlayan aşkın, var olanda odaklanması, imkansızlığına rağmen devam etmesi, büyümesi, yer etmesi ve elbette, sonunda en saçma sebeplerle yok olması. Çünkü sürekli olabilseydi, bu kadar büyük olamazdı. Bir yandan da aşkın o oynak zeminliliğini, arzulananın gerçeğe dönüştüğünde arzu nesnesi olmaktan ne kadar kolay uzaklaşabileceğini göstermesi açısından acı verici. Maria, galeriye her gün gelip tablosunu uzun uzun seyreden Raif Efendi'nin yanına oturduğunda, Raif haftalardır incelediği yüzün yanıbaşında olduğunu anlamaz bile. Maria'nın yüzüne bakar, ama göremez. Şahsım için aşkın ne kadar tahayyüle dayalı olduğunun en iyi tasvirlerinden biridir bu sahne. Hayran olunan film yıldızını sokakta görüp "aa kısaymış" demek, yazdığı her satır okunmuş yazarla konuşulunca "iletişim bile kuramıyor" diye düşünmek, uzaktan görülüp beğenilen kızla tanışılınca heyecan duymamak, internetten konuşuyor olup bir kafeye gidip oturunca "hiç fotoğraflarındaki gibi değilmiş :(" demek, bunların hepsi, Maria'nın hayata kırgınlığının sebepleri ve aynı zamanda aşkın doğasıdır.

Aşk, tahayyül var oldukça yaşar.

Marialar ise, ayrıksılıkları ve garabetlikleri ile, ya korkulası, ya aşık olunasıdırlar genelde.Yahut acayip bir nesneymiş gibi incelenip, enteresanlıkları kaybolunca bir köşeye bırakılırlar. Kötü niyet sonucu değildir illa ki, hayattır, şartlardır, insanoğludur sebepler. Raif, Maria'yı sevmekten hiç vazgeçmez, Maria'dan sonraki hayatı manasızlaşır, koflaşır. Ama devam eder. Ademoğulları ile Havvakızlarının en büyük laneti ve en hakiki şansı budur, her şeye alışırlar. Ayrılıklara, biten aşklara, Berlin'den gitmeye, evlenmeye, unutmaya, unutulmaya, yeni şehirlere, yeni evlere, hepsine zamanla alışılır. Yalnızlığa da, bir daha kimseyi sevememeye de, bunlara bile alışılır işte. Sonra bir gün, birkaç saniyeliğine hatırlanır. Üzülünür, gözleri kararır insanın, ama geçer. Aşkın doğası geçici, insanın doğası unutkandır. Muhakkak ki unutacağız, muhakkak ki her yeni şehirde veya insanda yeniden başlayacağız. Ama gitmek, kalmak ve yaşamak, bazılarını, herkesi değil elbet, Maria Puder yapar. Elde değildir, o kırıklık sebebi unutulmuş bile olsa insana nüfuz etmiştir bir kez. İsimler değişir, hisler bâki kalır.


"Sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek:
"Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi.
"Ne gibi?"
"Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki...."
"Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..."
"Ben de yalnızım..." dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım..." diye devam etti, "Hasta bir köpek kadar yalnız..."
(s. 79)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder