hasbihale devam


hakkı kişi ile bilemezsin. önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın
hazreti ali


halkın çoğunda bu durum hakimdir. 
bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden naklederek söylersen, 
o söz batıl da olsa hemen kabul ederler. 
değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakletsen reddederler. 
hakkı daima kişiyle ölçerler, kişiyi hakla ölçmezler. 
bu durum, büyük bir dalalettir.
imam gazali

hal-i pürmelalimi anlatıyordum... araya koşturmaca girdi. 

o kadar birikti ki, birşey sözlesem başka birşey eksik kalacak diye korkuyorum.

anlatmam lazım.

çünkü korkuyorum.

bu son şansımızmış gibi geliyor. köprüden önceki son çıkış... bunu da kaçırırsak bir daha nerede karşılaşacağımızı kestiremeyecekmişiz gibi.

anlatmam lazım, çünkü boğuluyorum.

baştan anlaşalım, gerçekten dinlemek, anlamak istiyorsan devem edeyim. anlaşıp anlaşmamamız değil mühim olan, senin niyetin.

önyargılarını, korkularını, çıkarlarını bir kenara bırakıp anlamayı istiyorsan anlatayım.

hakkı kişi ile bilme kolaycılığına kaçmadan hakkı bilmeyi istiyorsan, buna çabalamaya hazırsan anlatayım.

bakarsın anlaşırız bile.

"ama..." diye araya gireceksen eğer, ama'na koyayım sana birşey olmasın! 

bazı coğrafyalarda apolitik olabilmek, mutlu azınlığa nasip olan bir ayrıcalıktır. bahse değer bir bahs-i diğerdir, başka zaman bunu da konuşuruz.

ilk okuldaydım, 1994 yılı yerel seçimlerinde refah partisi patlama yapmıştı. sınıfta erbakan başa gelirse konya'yı başkent yapacakmış, erbakan'ın selamı "1 erkeğe 4 kadın" demekmiş sözleri dolanıyordu.

sonrasında da yıllarca kemalizmin kof argümanlarıyla uğraştım. neyi, nasıl itibarsızlaştırdıklarını, söze, vicdana  nasıl alan bırakmadıklarını, işi yokuşa nasıl sürdüklerini, çözümsüzlüğü dayattıklarını bizzat gördüm, yaşadım. şerbetli sayılırım bu konuda. bana ne kadar inanırsın bilmem ama yerini hükumetin yanı olarak seçenlerin meseleye yaklaşımı ve zihniyeti kemalistlere çok benziyor. 

eğer inanmazsan şu temsili mukayeseye bak, dinle! [ilk yazıda başlamıştık, devam edelim]

göstericiler arasındaki çevreyi dert edinen samimi eylemcilere birşey demiyorum ama...

"inancı gereği kapananlara birşey demiyorum ama bunu kullanıyorlar. para karşılığı kapanan kızlar da var. hem türban siyasi sembol..." cümleleri ile arada bir benzerlik kurmak çok zor olmasa gerek. "hizmet alan/hizmet veren ayrımı üzerinden üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılmalı" diyen birçok kişinin aksine tesettürlülerin devlet memuru olabilmesi gerektiğini savunuyorum yıllardır. ayrıca benim okuduğum kitaplarda "bir gemide 9 suçlu 1 masum olsa bile o gemi batırılamaz" diye anlatılıyordu, bunu hakikat bildim. orada okumuş etmiş, şiddetle ilgisi olmayan "çocuk" da gördüğün için hepsine birden "giydirmek" içine sinmiyor belki ve o yüzden böyle manevralara kalkışıyorsun ama kurduğun mantık yanlış, çok yanlış hem de.

meseleyi sadece ağaca indirgemek, tepkileri basitleştirmeye, sağa sola biraz ağaç dikip çiçek ekip muhalif sesleri susturmaya yarayacağından dolayı muktedirin işine gelebilir ama anlamak derdi olanlara birşey sağlamaz. bu kadar çok insanın bu şekilde bir irade ortaya koymasının sebebi çevre olamaz. ilk yazıda da belirttiğim gibi türkiye, vatandaşları çevreye karşı duyarlı olan bir ülke değil. iktidara "ben yaptım oldu" deme, "sandıktan onayı aldım, size mi soracağım!" tavrını bırak, insanların kaç çocuk yapacağına, ne içip ne içmeyeceğine, nasıl yaşayacağına böyle fütursuzca ve pervasızca karışma, insanların hayatlarını senin ahlakına, dünya algına, doğrularına göre şekillendirmeye çalışma diyerek meydanlara çıkmış bir sürü insan var. ayrıca seçilmiş hükümetlerin uyguladığı başörtüsü yasağı da, imam hatip liselerine getirilen katsayı uygulaması da gayet kolay gerekçelendirilebilir bu mantıkla.

ayrıca varsa provatörlere, marjinal gruplara, şer odaklarına gün doğmasını sağlayan biri varsa o da bütün bu olayların olmasına, devam etmesine, artmasına sebep olanla aynı kişidir.

bu uluslararası bir oyun, türkiye'yi karıştırmak istiyorlar, göstericiler kullanılıyor, oyuna gelme, faiz lobisi, otpor, soros...

yıllarca birlik beraberlikten, dış mihraktan, dini ve milli değerlerden, "türkiye'nin kendine özgü şartları"ndan dem vurularak uyutuldum, kandırıldım, aldatıldım. şahsen bu kelimeler benim için "aha şimdi biri söz söyleyemeyeceği bir konuda kitleleri manipüle edecek" belirteci. o yüzden "camiye ayakkabıyla girdiler! camide içki içtiler! başörtülü bacılarıma saldırdılar!" cümleleri benim için sadece konuşanın çaresizliğinin göstergesidir. ama hadi sorumlular bu söyleme sarılıyor ama sen birey olarak neyin sonucunda insanların camiye sığınmak, orada tıbbi müdahalede bulunmak zorunda bırakılmasını sorgulamak, buna isyan etmek yerine milletin ayakkabısını çıkarıp çıkarmadığına takılabiliyorsun? sen bunu yaparken vicdanın tam olarak ne yapıyor? gözünü bu kadar karartan ne? bundan gayrı söylenmesi icap eden çok birşey olmasa da madem ki "her özet faşizmdir" ve benim derdim erdoğan veya hükümet değil, insanların tavırları, yaklaşımları, söylemleri ve de vicdansızlıkları; açayım, açıklayayım.

kürt meselesinin kürt meselesi olarak anılmadığı yıllardı. kürt'ün adı yoktu o zamanlar. sorunun adı güneydoğu, kendisi kalkınmamışlık sorunuydu. devletimiz gap'ı bitirecek, bölge kalkınacak ve herşey güllük gülistanlık olacaktı. dağdakiler olsa olsa "kandırılıp dağa çıkarılmış çocuklar"dı ve tabii ki dış mihraklar tarafından kullanılıyorlardı. herkesin türkiye üzerinde planları vardı. ülke bölünecekti, birlik beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyacımızın olduğu günlerdeydik anlayacağınız.

abdullah gül'ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek için türlü saçmalıklar sürüldü piyasaya, türlü numaralar denendi. sonunda abdullah gül cumhurbaşkanı oldu, karısının aihm'deki davasına laf edildi. mağdur edilen insanın mağduriyeti giderilmeden, başvurusunu çekmesi istendi. büyük bir terbiyesizlikti yapılan. sonrasında gönderilen tek kişilik davetiyeler de, selam durmamak için yapılanlarda hafızalarda hala. en azından ben unutmadım, unutamadım. fakat aynı insanlar uluslararası mecraları bu kadar kolay ve fütursuzca tu kaka ilan edebiliyor, new york times'a ilan verenleri mentaliteyi ve bunun arkasındaki niyeti bir dakika bile düşünmeden, hatırlamadan yargılayabiliyor. ve sen, birey olarak bu goygoya geliyorsun. yazık oluyor, ayıp oluyor!

hem sen devlet olarak, vatandaşlar olarak dış ülkelerin karıştırmasına uygun şartlar sunarsan dış ülkeler bunu kullanabilir, kullanır. bunun suçunu da mağdur ettiğin insanlara yüklemeye çalışmak insafsızlıktır, vicdansızlıktır. ülke olarak 60 yıldır umursamadığınız almancıları kullanarak almanya'ya müdahil olmaya çalışıyorsunuz, hakkınız. fakat yıllardır umursamadığınız insanlara ulaşabilmek için gerekli birikiminiz, devlet aklınız ve organizasyon kabiliyetiniz yok! ayrıca almanya sizin gibi "ters ayakta" yakalanacak açığı çok vermiyor. 2 milyon vatandaşının olduğu ülkeyi "karıştıramıyorken", "dış mihraklar" seni bu kadar kolay karıştırıyorsa durup bir kendini sorgulaman, nerede yanlış yaptığını uzun uzun düşünmen lazım.

ab'ye girmek için uğraşan bir başbakan şimdi tutmuş dış güçlerden bahsediyor mesela. egemenlik haklarının bir kısmını devretmeye teşne olduğun adamların söz söylemesi rahatsız ediyor seni! anayasasının 90. maddesinde uluslararası hukuku kendi hukukundan üstün tutan bir ülkeden bahsettiğimizi hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum. referandumda aihm'e bireysel başvurunun yolunu açmış bir başbakan yapıyor bunu. istanbul'u finans merkezi yapmaktan bahseden biri, faiz lobisinin oyunlarından yakınıyor. nasıl olacak bütün bunlar inanın hafsalam almıyor? istanbul'u finans merkezi haline getirdiğinde faiz lobisinin kucağına oturmuş olmayacak mıyız ülkecene?

tüm bunlar bir yana birey olarak benim olaylar arkasındaki güçleri, odakları görmem; komplo teorilerine inanma yolunu seçme dışında mümkün değil. bunu bilmesi gereken tek kişi o kadar istihbaratı olan, devletin bütün imkanları önünde bulunan kişidir. ve eğer böyle bir gerçeklik varsa ve hatta polisin ilk geceki sert müdahalesi dahi komplonun bir parçasıysa bu durumda yapılması gereken hemen ertesi gün halkı sakinleştirip gerilimi düşürmek değil miydi? bunu 3 cümle söyleyerek yapabilecek kişi ne yaptı peki? ben vatandaş olarak bu noktda bütün bu teorilere neden inanayım? hadi inandım, benim etkim ne olacak? kimi durdurabileceğim, neyin önüne geçebileceğim? erdoğan yapması gerekeni yapmamakta neden ısrar ediyor, bunu ne kadar sürdürecek?

dindar insanların bütün talepleri "türkiye iran olacak" korkusuyla itibarsızlaştırılıp, "türkiye iran olmayacak" sloganlarıyla püskürtülüyordu. "mollalar iran'a" da vardı, yeri geldiğinde ülkenin cumhurbaşkanı suudi arabistan'a gitmeyi de salık veriyordu! hepsinin "ya sev ya terk et!"in türevi olduğunu görmek için derin düşünmeye gerek yok.

ülkenin kapısını penceresini içeriden kapatıp üzerimizde tepinmenizden başka hiçbir işe yaramayan bu yaklaşımlardan ben illallah edeli çok oldu.

biz de mağdur olduk ama devlet malına zarar vermedik, bunların yaptığı gibi yapmadık!

şimdi devletin masaya oturduğu, müzakere sürecinde olduğu pkk ve kürt hareketine karşı yıllarca söylenen birşey vardı: "kardeşim biz karadeniz'de de yokluk, fakirlik çekiyoruz ama dağa mı çıkıyoruz!" her olay, her süreç kendi dinamiklerini içinde taşıyor. o zaman kim başörtüsü eylmlerine katıldı, kim katılmadı, katılanlar ne tür eylemler gerçekleştirdi... bunların hepsi konuşulabilir. belki sizin "zaten çoğunluktayız. önümüze sandık gelince bunu çözeceğiz!" düşünceniz ağır basmıştır, belki "ulul emre itaat farzdır" benzeri devleti ve uygulamalarını meşrulaştırıcı yorumlar etkili olmuştur. belki bu insanlar ise şu anda seçimde oyu alanın bu güçle kendilerini ezdiğini, ezeceğini düşünüyor, bundan kurtulmak için bir yol göremiyor? bunların hepsi bir tarafa olayların hepsinin oturan insanlara gerçekleştirilen mühale ile başladığını ve oturan insanna bunları yapan polisin ayaklanan insanlara yaptığı sert müdahale ile devam ettiğini, başbakanın kullandığı dışlayıcı, aşağılayıcı ve yok sayıcı dille tırmandığını tekrar tekrar hatırlatmak lazım sanırım. polisin olaylar sırasındaki müdahalelerini, insanlara neler yaptığını hiç mi seyretmediniz? ellerinde sopalar, yanlarında polislerle insanlara, dükkanlara saldıranları hiç mi izlemediniz? bu neyin kini? bu yapılanlara göz yumarak, gerdan kırarak suç ortağı olduğunuzu fark etmiyor musunuz? en azından kasklarındaki numaraları kapatılan polisleri de mi görmedin? kasklarla beraber gözünü de mi kapattılar?

ayrıca bunu diyenler ile "devlet malı" vurgusu yapanların da aynı kişiler olduğunu düşünüyorum. polisin verdiği zararın, sıktığı biber gazının, attığı gaz bombasının devlet tarafından karşılandığının farkında değil bu insanlar sanırım. o kadar ölen [ki bütün yaşananları göz önünde bulundurduğumda ölü sayısının daha da artmamış olduğu için şükür demek durumunda kaldığımı da belirtmem gerekir] yaralanan insanı yok sayıp meseleyi otobüse cama çerçeveye indirmendeki ahlakilik meselesi işin bambaşka ve çok daha önemli olan boyutu bu arada, hatırlatırım!

galiba yine yeniden söylemek gerekiyor. sorumlu isim bellidir. "hırsızın hiç mi suçu yok?" deyip duruyorsunuz. devlet kural koyucudur, koyduğu kurallara uymakla yükümlüdür. devletin kurala uymadığı bir süreçte yine aynı devletin kendi koyduğu kanunlarla vergisi ile ayakta kaldığı bireyleri cezalandırmaya çalışmasını ben savunamıyorum. çözüm sağlanacaksa devletin hatasını kabul edip yanlışlarını düzelmeye başlamasıyla sağlanacaktır. kürtlerin yıllarca süren mücadelesini yok sayıp "kürtçe kanal bile kuruldu, daha ne istiyorsunuz?" diye soran, başörtüsü zulmü sonrasında çıkıp utanmadan "cumhurbaşkanının karısı bile başörtülü artık, daha ne istiyorsunuz?" diye çıkışan vicdansızlık ile olayların ne şekilde, nereden nereye geldiğini atlayarak sanki lütfetmiş gibi "e referandum diyor işte başbakan, daha ne istiyorsunuz?" diyen vicdansızlık aynıdır.

devlete, başbakana söz söylemeye yanaşmıyorsun. devlet ve asker sevicelerden çektik yıllarca, devleti sevenler değişti, askerin yerine polis geldi, mantık aynı şekilde devam ediyor.

devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder