Ben yanmadan, sen yanmadan, biz yanmadan



Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak
Nasıl çıkar bu karanlıklar, aydınlığa..

Kerem Gibi şiirinde bu dizeleri kullanmış Nazım Hikmet. Her yanı yanmış olan odadan çıkarken güneş bir kaybolup bir görünüyordu… Aklıma sadece bu dizeler geldi o anda.
Nasılsa bir gün giderim, meraklı biri gelir de öyle beraber gideriz diye hep ertelediğim yerlerden biriydi Berlin’in kuzeyindeki Sachsenhausen Toplama Kampı . En sonunda fark ettim ki, bahane yaratıyorum. Ne hissedeceğimi, neyle karşılaşacağımı kestirememek sıkıntı veriyordu. Auschwitz’e gidenlerden duyduğum “ 1 hafta kendime gelemedim, çok fena oldum” vb. ifadeler de erteleme kararıma katkıda bulunmadı değil hani. Hava kapalı, yapacak belirli bir işim de olmayınca atladım trene. Kamp, Berlin’in 30-40 kilometre kuzeyinde Brandenburg eyaletinin sınırları içerisinde Oranienburg şehrinde. Berlin’den S-bahn ile 45 dakika sürüyor yolculuk. Regional Bahn ile daha kısa sürede gidebilirsiniz ama ben tren yolculuğu seven bir insan olduğumdan s-bahn ile vardım oraya.

Oranienburg’a geldikten sonra bahnhofta herhangi bir insana yol sorduğunuzda yardımcı oluyorlar. Bahnhof’tan yaklaşık 20 dakikalık bir yürüme ile kampa varıyorsunuz.  Hep iki katlı bahçe içinde hatta “Dikkat, evli mutlu çocuklu var, öyle hız falan yapmayın” tabelasının arasından geçtikten sonra karşınıza duvarlar geliyor.
Bu şehir hep duvar diyorum içimden. Ortasından geçen duvarın öncesinde, buraları da hep duvarmış. Hep ayrılık, ayrılma, bir şeyleri göz ardı etmeği benimsemiş bu topraktan gelip geçenler diyorum. Duvarın iki tarafı hep çok uç, hep çok kutup diyorum. Batı Berlin-Doğu Berlin, kampın içindekiler – dışındakiler… Sonra aklıma dikenli teller geliyor, sınır geliyor bir anda…Çocukluğumda televizyonda izlediğim Suriye-Türkiye sınırındaki bayramlaşmalar...
Müzenin girişinde 3€ ya audioguide alıyorum onun dışında müzeye giriş parasız. Tabii ki Türkçe seçeneği yok. Annem ve babam ziyarete gelince bu büyük sıkıntı olmuştu başka müzeleri gezerken.  Onlar çok da umursamadılar elbet bir anlatanları var diye… Sonra “Müze gezmek zaten sen olmasan aklımıza gelmez” diye konuya çok da takılmamam gerektiğini kendilerince meşrulaştırdılar.
Audioguide elimde, kampa giden uzun bir yola çıktım. Kampın planı her yerdeydi. Barakalar, mutfak, komutanın evi… Kamp yolunun sol tarafında kampın büyük fotoğrafları asılıydı. Fotoğraflar da aynı zamanda kurtulanların anılarını da yazılıydı. 1936dan 1945 ve sonrasını kapsayan.
Uzun yol bitti ve yolun bitiminde ta-taa!! Kampın girişi. Oku ! “Arbeit macht Frei” . “Arbeit macht Frei” … Şimdiki aklımla fark ediyorum ki; en az bunun kadar slogan sayılabilecek ve bende iz bırakan şeyler de okumuştum. Mesela eve her gün alınan gazetenin köşesinde “Türkiye Türklerindir” diyordu.   Her sabah “Günaydın Arkadaşlar!” diye kar,yağmur,aşırı sıcak demeden okuduğum, asil kanın bize verdiği kuvvetler oldu dizelerde, ne mutlu olmalıydım “Türk” olarak. Birisi sorunca babadan duyulan cevabım hazırdı, “Arnavut” idik biz. Kafam karışmış ancak sorgulamamıştım o zamanlar. Bu düşüncelere ara verdim.
 Bulunduğum yer; bir film seti değildi. 80 yıl önce bu kapıdan girenler de bunu okuyarak girdiler. Ben de girdim.
Kocaman bir alan, kocaman.. Karşımda ama çok uzağımda bir abide var. Kamptaki tüm tutsaklar anısına. Çanakkale’yi anımsadım. Bir sürü farklı ülkelerden insanların mezarları, Osmanlı askerlerinin isimleri, çocuk yaşları, İngilizlerin, Fransızların, Anzakların da isimleri ve o kocaman abide. Hep taş, ya mezar taşı ya da o kocaman sütunlar, unutmamak için, yaşananlar unutulmasın diye. Aynı buradaki gibi..

O bomboş arazide ortada karşılıklı duran tek katlı iki binadan ilk girdiğim yer mutfak imiş. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Kampın bütün tarihini anlatan bir minik müze burası. Grafikler var duvarlarda. Bunlar kamptaki esirlerin dağılımını açıklıyor; 200000 kişi gelip- kalıp- geçmiş/göçmüş. Öncelikli gelenler Nasyonel Sosyalizme karşı duran Almanlar imiş. Sonra Yahudiler, sonra Sovyet askerleri ve homoseksüeller. Diğer kamplar kapandıkça oradaki tutsakları buraya yollamaya başlamışlar ; sonrasında siyasi hükümlü,ya da ırk, etnik temizlik sebebiyle gelenler karışmış. Ama sistematik çözümler yılmamış. O çubuklu pijamaya renkli pırpırlar takmış kamptaki subaylar. Mor renkli pırpırı olanlar siyasi hükümlü, kırmızı olanlar ötekiler, “Ari” olmayanlar…
Pijamayı giydir, incecik pijamayı, tak pırpırı ver numarayı. İsmin önemli değil, sen artık bir numarasın. Bu da bir şeyler çağrıştırdı. Kırmızı pırpır… Anneannem demişti , 27 Mayıs darbesi döneminde Demokrat Partililerin kapısına kırmızı boyayla işaret konmuş… Dur o kadar geriye gitmeyelim daha birkaç ay önce Alevi sanatçı Pınar Aydınlar’ın arabasına da işaret konmuştu..

Yürüdüm biraz daha müzenin içinde , esirlerin kaldığı ranzalardan bir örnek, kullandıkları çatal bıçağımsı şeyler… Nasıl saklayabildiklerini kestiremediğim kağıt ve kalem ve onlarla çizdikleri…Birbirlerini resmetmişlerdi. Bir not ilişti gözüme, kamp müze haline getirilirken bir duvarın arasında bulunmuş… Esir adını yazmış, kim olduğunu nerden geldiğini, ne zaman geldiğini. Yanlış hatırlamıyorsam Yahudi bir profesördü o notun sahibi. Kendi için yazmış onu, umudun nesneye dönüşmüş hali. Elle tutup, dokunacağın bir şey olmuş.
O nottan sonra çok durmadım, bir şey okuyasım gelmedi. Ama istatistikler, kampa ait her türlü kalan eşya, günlük yaşam önünüze sunuluyor. Mutfak demiştim ya, alt kata iniliyordu. İndim. Buzhane vardı, bir de her yerin fayans olduğu kiler ve 5-6 m2lik bir havuz. Patatesler içinmiş o havuz. Arada emirlere karşı gelen tutsaklarda içine atılıp cezalandırılıyorlarmış.

Çok kalmadım, çıktım binadan dışarı. Abidenin de ötesinde başka gezilecek barakalar varmış. Haritadan baktım. Nazi rejiminden sonra kampı devralan Sovyet askerleri de burayı yine aynı amaçlarla kullanmışlar. Tutsaklar arasında nazi subayları da varmış, Sovyet rejimine ihanet eden mahkumlar da… Uzakta diye gitmedim. 
Kampın duvarlarına gittim onun yerine. Yine fotoğraflar… Duvarların arkası toplu infazların yapıldığı yer. Halbuki onun arkası da özgürlük demek, kamptakiler için. Biraz güneş çıkıyor, yürümeye başlıyorum. Çok büyük bir alan. Bir ucundan diğerine gitmek 10 dakikadan fazla sürüyor. O yüzden hava- tabii yakalayabilirseniz- iyi iken gitmek de fayda var.
Güneş, azıcık çıktı ve kampın orta yerindeki bir ağaca vurdu. Kocaman bir ağaç… Gezi Parkı, 3.köprü… Her yaz yanan ormanlar, beton olsun diye kesilen zeytinlikler…

Klinik kısmına yürüdüm bu kez. En nahoş kısmı idi. İlaç denemelerinin hepsini burada yapıyorlarmış. Kliniğin orada patoloji kısmı da var. Hastaneler genel olarak sevimsizdir zaten, o mutlak beyaz, temizliği vurgulamak isterken ; insanın bedenini ve ruhunu en kötü hissettiği anları kazır anılara. Bu bile orayı sevimsiz kılmaya yetti gözümde. Sergilenen çok bir olay yok. Hayal gücünüze ve önceki bilgilerinize kuvvet ; kafanızda o zamanda orada neler olmuş olabileceğini tasvir etmek.
Çıktım baya bir yürüdüm yine. Sırada Yahudilerin kaldığı baraka vardı. Güneş biraz da olsun ısıtmaya başlamıştı. Derin bir nefes alıp içeri girdim barakadan. 
Karşımda bir oda , sanki vestiyer gibi ama değilmiş. Ceza odası gibi bir şeydi. Sonra sıra sıra tuvaletler, karşısında pisuarlar hepsi bir odada. Bir oda yanı masalar ve dolapların durduğu daha geniş bir oda hemen ötesi yan yana ranzalar. Audioguide bir şeyler söylüyor…Banyolarını görüyorum. Sanki süs havuzu böyle bir bahçedeki. Barakanın diğer tarafı orijinalinde ranza ve dolaplardan oluşuyormuş ta ki 1992de Neo-Naziler tarafından İsrail Başbakanın ziyaretinden birkaç gün sonra yakılmış. Ve tekrar inşa edilmiş. Madımak… Solingen… Madımak… İkinci kısmı bu kez Nazi dönemindeki Anti-Semitist propagandaları anlatan ufak ama çok fazla belgenin sergilendiği bir müzecik yapmışlar. Madımakta kebap yeniyordu değil mi ? Yok “Bilim ve Kültür Merkezi” olmuş. Bir barakayı müzeye çeviriyor adamlar. Koca otele sen ne yaptın ?
Belgelere üstün körü bir göz atayım diyorum, 6da müze kapanıyor çünkü . Tüm Almanya içinde Yahudilere karşı yürütülen her politikanın, eylemin belgesi var. Dortmund’taki sinagogların yakıldığını gösteren belgeler...6-7 eylül olayları geldi aklıma, kiliseler, yağmalanan dükkanlar…
Hızlı adımlarla yürüyorum. Barakadan çıktım dışarı. Güneş gitmemiş onca buluta rağmen… Nazım Hikmet’in dizeleri geliyor aklıma;

Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak
Nasıl çıkar bu karanlıklar, aydınlığa..

Çıktım kamptan. Güya Nasyonel Sosyalizm tarihine dair bir şeyler görmeye gitmiştim; doğduğum ülkenin tarihini hatırladım, sağdan soldan parça parça olaylar çarpıyordu yüzüme…
Bence yanmadan çıkmak güzel aydınlığa… En temizi o.. Tarihe bakınca çok mümkün görünmese de.. Kim bilir ?
Madem Nazım Hikmet ile başladım yazıma, kapanış da ondan gelsin, umudun sözcük halleriyle

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder