İçimdeki ait olma hissiyatı kırık olduğundan mıdır nedir, kolay kolay "memleket hasreti" çeken insan değilim. Soğuk memleketin insanının mesafesini, sıcak memleketin insanının vurdumduymazlığıyla denkleme oturtunca, sıfıra sıfır, elde var sıfır oluyor. Almanya'da "Ege yemekleri... Otlar... Buradaki domatesin tadı bile yok!" diye gezerken, Türkiye sınırlarından içeri girdiğiniz anda insan olarak değeriniz sokaktaki çöp kutusu kadar oluverince, varsın domatesin tadı kağıt gibi olsun da; her dakika tacize mi uğradım, araba mı çarptı, sinirli dolmuş şoförü hepimizi öldürecek mi gibi hayatta kalma endişeleri gütmeyeyim diyor insan. Yine de insanız, içimizde çırpınıp duran bir şeyler mevcut, oraya gitsek burayı özleriz, burada kalsak orayı.
Bu kez tuhaf bir memleket hasreti yaşayan bendeniz, yakınlarda gidebileceğim kahvaltı mekanları ararken, Yeşilköy'de adı "Figaro's Cafe" olan bir yer dikkatimi çekti. Hızlı hızlı fotoğraflarını incelerken, bir de baktım tabelasında "beim Berliner" diye bir ibare. Bilen bilir, aile yanına dönüp iki üç hafta geçirince "hiç gitmemiş gibi" oluverirsiniz. İki yıldır Berlin'de yaşıyorum, tatillerde İstanbul'da iki haftadan uzun kalırsam, Berlin'e bir daha dönmeyip hayatıma kaldığım yerden burada devam edebilirim, kimse de fark etmez hissi peydah oluyor. İşte yine bu hissin içinde, sanki Berlin bir rüyaydı gibi hissederken bu restoranın tabelasıyla kendime geldim, ah Berlin aaah dedim, not ettim yerini.
Sonra da sanki memlekette başka yemekçi kalmamış gibi, ille de buraya gitmek istedim, gittim de. Tabelası dışında Berlin ile çok alakası olmayan bir yer gibi, ama menüsünde her yemeğin Almancasını da bulabiliyorsunuz, sanki Yeşilköy'de değil de Kotti'nin yeni bir mekanında gibi hissediyor insan. Sahibi yirmi iki senedir Berlin'deymiş, artık dönmüş Türkiye'ye ama yine de sıklıkla gitmekteymiş Berlin'e. (Giderseniz Türkiye standartlarının çok üzerinde olan ev şaraplarını deneyiniz bu arada, mükemmel.) Birkaç haftadır epey İstanbul Türkü gibi yaşarken, restoranın sahibi (işletmecisi de olabilir, adını maalesef unuttuğumdan kontrol edemiyorum) ile "Hani Europacenter var ya, hah Kudamm'da, Augsburger Strasse'yi bildin mi, orda da bir restoranımız var" diye konuşunca kendimi bir nevi "olmayan evim"de hissettim. Zaten konuşurken sırf Türkçe yetmiyor azizim, Almanca bilmeyenlerle konuşurken adeta içimde bir simultane tercüman çalıştırıyor gibi, aklıma gelen Almanca ibareleri çevirerek, duraksayarak konuşur oldum. Memleket hasreti mi vurdu, ne. Tersine memleket işte, nerede isen, orada olmayan memleket. Bir nevi neverland, çünkü ne orası ne burası, hem hepsi, hem hiçbiri.
Velhasıl çok durduk buralarda, haftaya Berlin'de görüşmek üzere efenim.
Nasil bir tanidik geldi anlatamam..O neverland hissi bilhassa...Evet domatesin de, bir hafta yiyebileceginiz ebattaki salataligin da tadi yok, cogu zaman 'dilini' konusan insan da yok (herkese göre Berlin'de cok 'Türk' var oysa ki, o yüzden zordur 'ayni dili' konusmaktan kastimizin 'cok Türkle' alakali bir durum olmadigini anlatmak..) Üc senedir burdayim, ama bende de bir sekilde her Türkiye'ye gidisimde kisa süreli bir saskinliktan sonra 'hic gitmemis hissiyati' olusuyor..Oysa burayi biraksam 'hic dönemeyecekmisim gibi‘, bizim olmayan 'memlekete'…
YanıtlaSilyou cant go home again.
YanıtlaSilb.
Bir şey olunca oluyor, olmamış olamıyor. Mesele o galiba :)
YanıtlaSilBurası oldu, orası artık orası değil, ama burası da yetersiz, of allahım canımı al diyeceğim geliyor bazen ahahah.